23 Temmuz 2013 Salı

68 Kuşağı: Özdoğan, Alparslan

ÖZDOĞAN, Alparslan
(İzmir-Buca 3 Mart 1946 – 31.05.1971 Maraş, Nurhak)

Sevgili Arkadaşım Alpaslan Özdoğan

Bizim Goofy’imiz Alpaslan’la lisede birlikteydik, ODTÜ’de de. Yan yana kaldığımız yurt odasından önce Filistin’e sonra Nurhak’a akıp gitti.
Alpaslan'ı İzmir Atatürk Lisesi yıllarımda tanıdım. Okula Buca'dan tren ile gider gelirdi. Babası Halil amca bakkaldı. 1966'da ODTÜ'ye beraber girdik. II. Yurt 102 no’lu 12 kişilik odada 14 Atatürk Liseli hep birlikte üniversite hayatımıza başladık.
İpten kurtulmuş 14 İzmirli yurtların altını üstüne getiriyorduk. İlk kar yağdığında, bizler ilk kar gördüğümüzde geceydi. Dışarı fırladık, yurdun önünde yarı çıplak vaziyette futbol oynuyoruz. Pencerelerden, "İzmirliler, görmemişler, kesin gürültüyü uyuyamıyoruz" tezahüratına ise hiç aldırmadık.
Goofy ile Gümüldür'de kamp
Odamızda yastık kavgaları, sulu tuzaklar, sulu şakalar, her türlü gırgır şamata, neşemize keyfimize diyecek yoktu. Hazırlık okuluna, kafeteryaya, Ankara'ya sinemaya hep beraber gider gelirdik. Alpaslan, sarı saçları, zayıflığı ve uzun boyuyla en dikkat çekenimizdi.
Birbirlerimize isimler takardık. Mustafa Yalçıner'e önceleri Ege ağzıyla Mustaendi (Mustafa efendi) derdik, daha sonraları, Musta'yı atıp, sadece Endi demeye başladık, hâlâ adı Endi'dir.
Alpaslan için arkadaşlık çok önemliydi, hiçbir karşılık beklemeden her zaman güçsüz olanın yanında alırdı. Başı dertte olana hemen koşardı. Hem bu yüzden hem de uzun boyu nedeniyle bizim aramızda adı Goofy (Gufi) idi. Goofy, Walt Disney'in Miki Fare'sinin en yakın arkadaşıdır, uzun boyludur ya, oradan geliyor.
Hazırlık bitti, yaz tatilinde yine aynı ekip Gümüldür sahilinde, kamp kurduk. Endi'nin getirdiği büyük çadırı kurduk, naylon torbalara ot doldurup yatak, bir traktör iç lastiğini şişirip üstünü branda bezi ile kaplayıp bot yaptık. Botu akşamları yemek masamız olmuştu. Bir de bisikletimiz vardı.
Yavrum Goofy günde iki kez su taşırdı
Endi idame-i hayat konusunda müthiş bilgiliydi, balık tutmanın her türlü usulünü biliyordu, paragatlar hazırlayıp geceleri bırakırdık, ufak balık için ayrı, büyük balık için ayrı usuller uygulardık.
Kampta su büyük olaydı. Bizim çadırın hemen arkasındaki tepeye bisiklet yanında yürüye yürüye patikadan tırmanacaksın, sonra da bisikletle çeşmeye kadar gideceksin. Yavrum Goofy, günde en az iki kere bu işi yapardı.
Hem okuyor, hem tartışıyoruz
Okul açıldı. 1967-1968 yılı, rektör Kemal Kurdaş dönemi, forumlar, boykotlar, çeşitli siyasilerin konferansları derken kendimizi Öğrenci Birliği ve Sosyalist Fikir Kulübü'nün (SFK) de olduğu barakalardaki sınıflarda eğitim çalışmalarında bulduk.
Artık Muzaffer Erdost'un Sol Yayınları'ndan çıkardığı kitaplarını hep beraber okuyup tartışmaya başlamıştık.

Goofy hep dinlerdi
Akşamları odada herkes avaz avaz o gün neler oldu, kim ne yaptı, bire bin katıp anlatırken Goofy bizi dinlerdi. Gırgır şamata Goofy gider yerine ketum, ciddi ağırbaşlı biri gelirdi.
Halbuki, hepimiz biliyoruz ki o da her eylemim içinde ve hatta orta yerinde ama katiyen o konularda gevezelik etmezdi.
Alpaslan'la Mustafa ortalıkta yoklar
Mesela stadyumun tribünlerine yazılan muhteşem DEVRİM yazısını Goofy ve arkadaşları yazmıştı. Yazmıştı ama bize söylememişti, katıldığı hiçbir eylemden bize söz etmediği gibi. Artık Goofy yok Alpaslan vardı. DEVRİM hâlâ stadyumda duruyor, silemediler.
1968-1969 dönemi başladı, okul yine hareketli. ABD elçisi Robert Komer'in arabasının yakılması, rektörlük işgali derken ikinci dönem başladı. Bizim Alpaslan ile Mustafa ortalıkta yok.
Yerlerine rapor aldık
İmtihanlar başladı, zaten ikisi de "repeat" olmuş, yani aynı sınıfta ikinci yılı okuyorlar, yine kalırlarsa okuldan atılacaklar. Ne yapalım derken, birimiz Alpaslan'ın yerine, birimiz Mustafa'nın yerine doktora çıkıp rapor aldık, bari gelince kurtarma hakkı alsınlar da, atılmasınlar diye.
Filistin'de
Meğerse onlar çoktan Filistin'e gitmişlerdi. Daha sonra Filistin'de beraber olduğu arkadaşlardan da öğrendim. Oradaki kişilik ve yetenekleri ile herkesin takdirini ve saygısını kazanmış ve hatta Türkiye'den gidenler sadece eğitime katıldıkları halde Alpaslan bizzat cephede savaşa katılmış ve üstün başarılar göstermiş.
Benim hoşuma giden bu ifadeler Alpaslan'ı anlatıyor; Alpaslan bu işte. Hamaset değil.
Filistin dönüşü, bir akşam Güvenpark'ta
Ve dönüşlerinde, Şubat 1970'te Diyarbakır yakınlarında tam teçhizatlı olarak yakalandılar. Mustafa yakalananlar arasında yoktu.
Bir gün ya da iki gün sonra, akşam Güvenpark'ın önünde ODTÜ otobüslerini beklerken, karanlıktan Mustafa'nın sesi geliyor. Koştum, üst baş perişan. Bir arkadaşımla beraber, üstüne bir şeyler vererek yurda getirdik.
Hem aranıyor hem de dizanteri olmuş, bitkin. Hemen üstündekileri bir çukur kazıp içinde yaktık. Ertesi gün, Mustafa'yı bulduğumuz bir doktora emanet ettik.
Alpaslan Diyarbakır'da hapiste
Alpaslanlar Diyarbakır'da hapisteler. Okul yine çok hareketli; rektörlükle sorunlar yaşıyoruz, Öğrenci Birliği seçimlerine hazırlanıyoruz.
Okul tatile girip yaz başlayınca biz geleceğin petrol mühendisleri bir grup Batman'a staja gittik. Artık hafta sonları, Diyarbakır'dayız. Doğru hapishaneye gidiyor, çocukları ziyaret ediyoruz.
Ziyaret dediğin hapishaneye sabah girmek, akşama kadar arkadaşlarla, Alpaslan'la beraber olmak demek. Çıkınca da trene binip Batman'a dönüyoruz.  İki ay boyunca hemen hemen her hafta sonunu böyle yaşadık.  Yine Alpaslan kendinden bahsetmez, hep bana anlattırırdı.
Önce odadan ayrıldılar, sonra radyoda haber
Yaz geçti, okul başladı. Alpaslan'lar da tahliye oldular, yurda geldiler. Artık Alpaslan ve Mustafa bizimle kalmıyordu; 1. Yurt 201 ve 202 no’lu odalarda Deniz'lerle beraberdiler.
Bir süre sonra Emek İş Bankası soygunu oldu. Onlar artık dağdaydı, THKO neferleriydi, ölüm onlar için tozlu yoldu.
31 Mayıs günü haberlerde, bağrımızı yakan acı haber ile yıkıldık. Alpaslan, Sinan, Kadir ölmüş, Mustafa ağır yaralı olarak ele geçirilmişti.
Yıllar sonra Nurhak'ta
Birkaç yıl önce, İrfan Uçar ile birlikte Elbistan'da iken bir akşam, İrfan bana, "Gel bu akşam seni bir yere götüreyim, güzel bir sütte tavuk yedireyim." dedi. Elbistan'dan Nurhak'a gittik. Sarmaşık adlı bir lokantaya girdik, lokantacı bizi sitayişle karşıladı. İrfan ile birbirlerine bir sarıldılar ki görmelisiniz. Lokantanın duvarında, Sinan, Kadir, Alpaslan, Deniz, Yusuf  ve Hüseyin'in resimleri asılı.
Merakla sordum, aslında cevabı kestirebiliyordum ama olsun bir de ondan duymak istedim. "Onlar bizim canlarımız" dedi. Alpaslan "benim arkadaşım" dedim. "Onlar geldiklerinde 15-16 yaşlarındaydım." dedi, ağlayarak bana sarıldı.
"Onları koruyamadık, bu bizim içimizde ömür boyu yara olarak kalacak." derken adeta benden özür diliyordu. Tüylerim diken dikendi, zira onların son nefeslerini verdikleri yerde havayı soluyordum. Çok yakınımdaydılar.

Mezarı başında
İzmir'de olduğum her sene 31 Mayıs'ta Buca'daki mezarına giderim. Her sene artan bir ilginin olduğunu söyleyebilirim. Bilhassa gençler ve bir tanesi var ki, Alpaslan'ın yeğeni Caner, Alpaslan'ın elinden bayrağı almış, daha yükseklere taşıma gayreti ve kararlılığıyla her sene anmaları en iyi şekilde organize ediyor.
Alpaslan biraz daha eşit
Yitirdiklerimiz hepsi birer yiğit devrimciydi. Gözümüzde hepsi aynı değerde ve hepsini aynı sevgi ile bağrımıza basıyoruz. Hepsi eşit ama bana Alpaslan biraz daha eşit. Yan yana kaldığımız yurt odasından akıp gitti.
Alpaslan 3 Mart 1946'da Buca'da doğmuştu. Öldürüldüğünde 25 yaşındaydı. Keşke ölmeseydi. (Hüseyin SÜNGER, 30 Mayıs 2009, Bianet)
***

Atilla Keskin’in “Acılara Yenilmeyen Gülümseyişler” kitabından:

“Sıra neferi” diye bir şey varsa, o sendin, Alpaslan Özdoğan
"Oysa sana kalsa bu geceyi bile bu evde geçirmeyip gece yarısı hemen yola çıkacaktık. Dağdakilere kavuşmak için müthiş sabırsızdın. Yine konuşmuyorsun, konuşsan da ağzından çıkan, sadece görevimize ilişkin birkaç küçük soru. Ayağında doğru dürüst bir ayakkabı yok. Senin koca ayaklarına köyden uygun bir ayakkabı bulmamız olanaksız. Yola çıkmadan önce senin aklına gelmiyor. Ben de deneyimli olduğum halde, o kadar işin arasında sana bir bot uydurmayı akıl etmiyorum. Ben kendi eşekliğime veryansın edip 'Ne yapabiliriz,' diye kıvrandıkça, sen; "Boş ver, üzme canını, ben böyle de idare ederim," diyordun sadece.
Biliyor musun Alp? Ne El-Feth Kampları'nda ne de Diyarbakır Cezaevi'nde ben senin bir tek kez özel bir isteğin olduğuna tanık oldum. Çok sinirlenince bıyıklarını sıvazlamanın dışında ağzından kötü bir söz duyduğumu bile anımsamıyorum.
Feth'de en çok seni götürürlerdi gece devriyesine, (...) Hep seni anlatırlardı överek, sen ise sorduğumuzda gülümserdin sadece.
(...) kardeşlerini görünce; “Bunların kökleri herhalde Vikingler'e dayanıyordu.”' diye düşündüm. Kız ve erkek kardeşlerin Diyarbakır Cezaevi'ne ziyaretimize geldiklerinde, unutmam olası değil, onları gören tüm gariban mahkûmlar kelimenin tam anlamıyla çarpılmışlardı. Sapsarı uzun saçlar, upuzun sırım gibi vücutlar, yemyeşil gözler... Tertemiz giyimliydi, üçü de.
Gerçekten kimdin sen, Alp? THKO eylemleri başladığında kim ne yapıyor bilmezdik. Sormazdık da. Ara sıra ortalıktan kaybolurdun sadece. Çok sonraları öğrendim, senin önemli tüm eylemlerde olduğunu. (...) Kimbilir ne çok sevdin, ne çok sevildin? Katıldığın eylemleri hiç anlatmadığın gibi, aşklarını da anlatmadın. “Sıra neferi” diye bir şey varsa, sen o tanıma tam uyandın."  (Acılara Yenilmeyen Gülümseyişler, 12 Mart Deniz, Yusuf, Hüseyin, İdamlar, Tekin Yayınları, 2008, 7. basım, Atilla Keskin)

***
Bir haber:

Alpaslan Özdoğan, kabri başında anıldı

12 Mart 1971 Muhtırası'na direndiği için öldürüldüğü öne sürülen Alpaslan Özdoğan(25), İzmir'in Buca ilçesindeki kabri başında anıldı.
              Yaklaşık 30 kişilik grup adına konuşan 68'ler Vakfı İzmir Temsilcisi Abdülrahim Sercan, "Türkiye'deki bütün devrimcilerin, herkesin bir tek ortak düşmanı vardı. Bu da emperyalizm. Bizi birbirimize kırdırmak isteyen ülkemizi bölen tehlikelere atan, emperyalizme karşı hepimizin birlik olması lazım." dedi.
              Sercan, 31 Mayıs 1971 günü Nurhak’ın İnekli köyü yakınlarında, Kürecik Amerikan Radar Üssü'nü basmak için yola çıkan Sinan Cemgil, Alpaslan Özdoğan ve Kadir Manga'nın, jandarma tarafından kuşatılarak öldürüldüğünü söyledi.
***

kelepçemin karasına bir ak güvercin
nazlı nazlı canım yiğit, süzüm süzüm canım oğul
gelip konardı
ben bu yürek yarasını bir gece elbistan'da duymuştum
ekmek yedim, su içtim ben nasıl yadsıyayım?
ya nasıl yadsıyayım ishaklı selvilerde ayışığını
ya bu kanlı gömleği ben kime giydireyim?
sen ne zaman büyüdün de
ne zaman kaptırdın gönlünü o nurhaklar'a?
sen daha bebek bebek, sen daha baba baba
canım oğul, o kıraç toprakların yabangülü, yiğidim
sen ne zaman büyüdün de düştün yollara? (Hasan Hüseyin Korkmazgil)

Hazırlayan: Ali TÜRKSEVEN

Kaynaklar:

Acılara Yenilmeyen Gülümseyişler, 12 Mart Deniz, Yusuf, Hüseyin, İdamlar, Tekin Yayınları, 2008, 7. basım, Atilla Keskin

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder