Ahmet Büke (d. 19
Haziran 1970; Gördes, Manisa), Türk öykü yazarı.
1997 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi İktisadi ve İdari
Bilimler Fakültesi İktisat bölümünden mezun oldu. Ölümsüz Öyküler Yayımevinin
düzenlediği "Xasiork 2002 Kısa Öykü Yarışması"nda “Kayıp Dua Kitabı”
isimli hikâyesi birincilik ödülüne layık görüldü. 2008'de "Alnı
Mavide" ile Oğuz Atay Öykü Ödülü'nü, 2011'de Kumrunun Gördüğü adlı kitabı
ile Sait Faik Hikâye Armağanı'nı aldı. Öyküleri, e-edebiyat, Adam Öykü, Özgür
Edebiyat ve Patika dergilerinde yayımlandı. Sosyal Ayrıntılar Ansiklopedisi ve
Derkenar isimli internet dergilerinde kısa öyküler yazmaya devam ediyor.
KİTAPLARI
İzmir Postası'nın Adamları (Kanat Kitap, 2004)
Çiğdem Külahı (Kanat Kitap, 2006)
Alnı Mavide (Kanat Kitap, 2008) 3. Oğuz Atay Öykü Ödülü (16
Aralık 2008)
Kumrunun Gördüğü (Can Yayınları, 2010) 57. Sait Faik Hikâye
Armağanı (3 Mayıs 2011)
Ekmek ve Zeytin (Can Yayınları, 2011)
İAL DERGİ MAYIS 2011
SAYI: 28’den Alıntı:
Ahmet Büke kimdir?
Sizi tanıyabilir miyiz?
19 Haziran 1970 tarihinde Manisa’nın Gördes ilçesinde
doğdum. Annemin dediğine göre sabah ezanında doğmuşum ama kimse bilmiyor tam
saatini. Evde doğmuşum, mahallemizin ebesi vardı, Arap Hatice Hanım Teyze; o
beni doğurtmuş. Arap Hatice derlerdi çünkü zenciydi Arap Hatice Hanım Teyze.
Ama zenci lafı bilinmediği için arap denirdi. Kırıkçı, çıkıkçı, ebeydi.
İlkokulu Gördes’te bitirdim. Evimize çok yakın bir ilkokul vardı. Ortaokulu da
Gördes’te okudum. Sonra lise için İzmir Atatürk Lisesine geldim. Beni liseye
kaydettirdi babam ve gitti. Sonra babamı da annemi de bir daha hiç görmedim
okulda. Bu çocuğun durumu ne diye sormadılar, o zamanlar böyle bir adet yoktu.
Allah’tan da yokmuş. Yaramaz bir öğrenciydim. Karşıyaka’da Bostanlı’da
dedemlerin evi vardı. Orda kalırdım. O zaman Bostanlı iskelesi yoktu, Karşıyaka
iskelesine kadar yürürdüm. Oradan Pasaport vapuruna binerdik. O saatte bütün
Atatürklüler o vapura binerdi hatta Atatürk vapuru denirdi o vapura. En altta
su basmasının olduğu kat vardır ya orayı bütün Atatürklüler kapatırdık. Başka
okuldan kimseyi de almazdık. Pasaport’ta inerdik. Yürüyerek gürültüyle liseye
gelirdik.
Bir Atatürklü olarak
lise hayatınızdan en çok aklınızda kalanlar neler?
Atatürk Lisesi çok özel bir lisedir. Yeri var benim için. O
yer özel ama güzel mi bilmiyorum. Bizler için hayatın zor bir dönemiydi.
Zorluklardan bir tanesi erkek lisesiydi. Hiç kız arkadaşımız yoktu. Erkeklerle
okumak berbattır. Bir sürü hayta, onlarla okudukça siz de hayta olursunuz,
özellikle lise üçte zapt edilmesi zor varlıklar halinde dolanırdık ortalarda.
Bir de biraz disiplinliydi galiba. Mesela Celal Hoca vardı. Müdür yardımcısı.
Belki size rastladı mı bilmiyorum. O şu merdivenlerin başında dururdu Mahmut
Hoca gibi. Ve ağaçların orda uzun kantinler vardı. Onun sonunda da berber
vardı, okulun berberi. Orda dururdu. Saçları uzun olanları alırdı berbere
teslim ederdi. Berber de çok kötü keserdi. Belki de özellikle kötü kesiyordu ki
çocuklar öyle gelmesin. Yani ben birkaç defa o berberin gazabına uğradım. Komik
bir şekilde oradan çıkıp herkesin gülüşleri içinde sınıfa giderdim. Bir de
müzik hocamız vardı, Osman Hoca. O hâlâ görevdeymiş galiba. Onunla çok komik
anılarımız vardır. O ciddi gibi görünür ama çok komik birisidir. Bizim
deliliklerimizi falan hem kontrol eder hem de yönetirdi. Ona bir gün şey
yapmıştık, lise üçteydik. O dersten çıkmış, kantinde oturmuş çay içiyordu. Onun
Hacı Murat bir arabası vardı, sarı. Ne yapalım diye düşünürken, şu arabaya bir
şey yapalım dedik. Bizim sınıftan ve yan sınıftan on-on beş kişi çoluk çocuk
gittik hocanın arabasını kaldırdık karşıda iki ağacın arasına koyduk. Ama böyle
hop hop taşıyarak. Öyle koyduk ki yani çıkmasına imkân yok. Osman Hoca sonra
kantinden çıktı. Sigara yaktı. Gayet lay lay lom yürüyerek böyle. Bize baktı ne
yapıyorsunuz burada dedi, oturuyoruz dedik. Geldi arabanın kapısını açtı,
arabaya bindi. Hiç farkında değil. Çalıştırdı geri vitese taktı. Önde ağaç var
tabii, şok oldu. Sonra bizi görünce anladı tabii. Camı açtı gelin lan alın beni
buradan dedi. Biz tekrar gülerek geldik. Arabadan inmedi. Biz arabanın hop
burnunu çıkardık dışarıya doğru, çalıştırdı gitti. Hiçbir şey demedi. Hiç
kızmadı. Yani bizi böyle idare ederdi. Şaka kaldırırdı. O yüzden onu çok
severdik. Bir de onun çaldığı çok eski bir piyano vardı. Belki duruyordur hâlâ.
Şuradaki eski binada olurdu. Kocaman kuyruklu piyano… Hatta o kadar eskiydi ki
bir ayağına kasa koyarlardı. O piyano sol notasını çalmıyordu. Tuş bozuktu
yani. İşte Osman Hoca bizi çağırır, gelin size bir şey çalayım, derdi.
(Söyleşiyi yapanlar: Aydolun Petenkaya, Merve Mert, Uğurcan Eke)
Kendisiyle yapılmış bir söyleşiden:
Yazmaya başlama hikâyenizi anlatır mısınız?
Aslına bakarsanız bu uzun bir hikâye değil. Benden başka pek kimsenin bilmediği şiirlerimi saymazsak, ciddi ciddi diz kırıp yazmaya başlayalı iki yıldan fazla olmamıştır. Vedat Türkali'nin bir söyleşisinde, şiire yatkın olmadığımı erken fark ettim. Bu düzyazıya geçişimi hızlandırdı, dediğini anımsıyorum. Sanırım bende de böyle oldu.
Önceleri bir grup eski arkadaşın internet üzerinde çıkardığı sosyal ayrıntılar ansiklopedisinde ufak tefek yazılar yazıyordum. Daha sonra derkenar.com da yazmaya başladım. Bu, yazıya ısınma sürecimi giderek hızlandırdı. Çünkü internet sadece yazınızı gönderdiğiniz bir ortam değil, diğer araçlarda olmadığı kadar da okuyucuyla aracısız ve kolay iletişim imkânı bulduğunuz bir dünya aynı zamanda.
Ama asıl dönüm noktasının Xasiork-Ölümsüz Öyküler Yayınevi’nin 2002 yılındaki öykü yarışmasına katılmam olduğunu söyleyebilirim. Sonra da adam öykü, e-edebiyat ve patika gibi dergilere yollamaya başladım yazdıklarımı.
Zaten kitaptaki öykülerin hemen tamamı 2002 yılı ve sonrasına ait.
Öykülerinizde hep geçmişe dair, geri dönüşler var sık sık. Kahramanlarınızı geçmişten almanın ya da geçmişe götürmenizin nedeni nedir?
Bunu tam bilmiyorum ama düşündüğümde çocukluğumla ilgili olduğunu sanıyorum. Küçük bir ege kasabasında doğdum. Herkesin birbirini tanıdığı, ihtiyar teyzelerin hükmünün sürdüğü, deli sayısının akıllılara yakın olduğu mahallelerde büyüdüm.
O zamanlar uzun ve karanlık geceler yaşanırdı elektrik kısıntıları nedeniyle. Erkekler kahveye gider, mahallenin kadınları ve çocukları aynı evde toplanırlardı. Sobanın tavana vuran şavkının altında sırayla herkes eski günlerden bahsederdi. Rum komşular, savaşlar, işgal günleri, çete hikâyeleri, iyi günler, zor zamanlar sonra ihtiyarlar sırayla uykuya dalar gecenin sonuna doğru teker teker uyanıp dağılırlardı. Bu müthiş sözlü anlatım zenginliğinin içinde büyümemin etkisi olabilir yazdıklarımda.
Öte yandan delileri atlamamak gerek. Doğduğum yerde hâlâ daha deliler saygın bir yere sahiptirler. Evimizin sürekli misafirleri olurlar, babamın manifatura dükkânından giyinirler, kuşanırlardı. Onlar daha çok geçmişte ve kendilerine ait zamanlarında yaşarlar. En iyi müşterileri de bendim. Kendilerini bıkmadan dinleyen tek akıllı olarak benden öykülerini hiç sakınmazlardı.
Ailemin büyükleri de hep iyi anlatıcılardı. Konuşmaktan çok izlemeyi sevdiğim için sanırım kalemime vurdu bütün bunlar.
Kitabın başında arkadaş Z. Özger den bir alıntı yapmışsınız; ... sana toprağı ve aşkı öğretecek hayat denen anneye koş. Bu alıntı öykülerinizi ve hayata bakışınızı da tanımlıyor mu?
Kuşkusuz. İlk olarak annemizi sonra da ailemizi sevmeyi öğreniriz. Hayata karşı korkularımız yüzünden aslında. Koşulsuz korunak sağlayan kolların biraz uzağı bizi ürpertir. Bu daha sonraları da devam eder. Ama galiba asıl anne, asıl öğretici hayat. Yavaş yavaş suya girmeye ve yüzmeyi sevmeye benziyor yaşamak. Yaralarımıza rağmen hayat bizi anlamlandırıyor ve var ediyor.
Yukarıda dizeleri seçmemin bir nedeni de kitabı adadığım Murat Çelik. Murat çok eski bir arkadaşımdı ve 99 depreminde yıkıntı altında kaldığı haberini aldığımda Gelibolu’da askerdim. Deprem bölgesine hareket emri aldık. Gerçi bizim birliğimiz gitmedi ama o bekleyiş günleri boyunca Murat’ın altında kaldığı o apartmanı ve onu rüyalarımda gördüm sürekli. Belki de oraya gitseydik onu ben bulacaktım. Hayat böyle garip bir şey işte.
Öykülerinizde geçmişe özlemin yanı sıra, bir dede özlemi de seziliyor. Dede imgesi birçok öykünüzde karşımıza çıkıyor...
Her dede torun arasında özel bir ilişki vardır. Ama bizimki sanki biraz daha farklıydı. Dedem ve ailesi, 1. Dünya Savaşı’nı, ardından gelen işgal ve direniş yıllarını, o günlerdeki acıları tam göbeğinde yaşamış insanlardı. Ancak onca sıkıntıya rağmen onun ağzından Rum komşularına karşı tek olumsuz söz duymamışımdır.
Her zaman, o günler güzeldi, derdi. Her fırsatta babasının atının kıçında gittiği Rum meyhaneciyi, meyhanecinin dünya güzeli kızını anlatırdı.
Bugün dünyada yaşanan kıyımları ve düşmanlıkları gördükçe onu daha çok seviyorum ve özlüyorum.
Öte yandan dedemin son günlerini dakika dakika yaşadım. Yavaş yavaş çökmesi, geceler boyunca süren astım nöbetleri, daralıp açılan nefesinin hırıltısı, aklını yavaş yavaş yitirmesi hep gözlerimin önünde oldu. Kısa süreliğine evin dışına çıktığım bir anda öldü. Galiba bu anı kolluyordu.
Ahmet Büke‘nin bundan sonra okurlara sunmayı plânladığı bir kitap var mı? Öyküyle mi devam etmeyi düşünüyorsunuz, yoksa farklı türde eserler de bekleyelim mi sizden?
Yazmayı seviyorum. Daha doğrusu öyküyü çok seviyorum. Dünyayı ve kendimi anlamak için kullandığım tüm referansların yittiği yerde öykü başlıyor benim için. O zaman hayatın zorla giydirdiği meşum deli gömleğinden biraz sıyrıldığımı hissediyorum. Bu da yazmam için başlı başına bir neden.
Ancak hep öykü yazacağım diye de bir şartlanmam yok tabii. Yazmak, çok kontrolüm dahilinde olan bir durum değil benim için.
İçimin dizginleri nereye çeker bilemiyorum. (Pınar Tarcan, Türkiye Kitap, Kasım 2004)
Aslına bakarsanız bu uzun bir hikâye değil. Benden başka pek kimsenin bilmediği şiirlerimi saymazsak, ciddi ciddi diz kırıp yazmaya başlayalı iki yıldan fazla olmamıştır. Vedat Türkali'nin bir söyleşisinde, şiire yatkın olmadığımı erken fark ettim. Bu düzyazıya geçişimi hızlandırdı, dediğini anımsıyorum. Sanırım bende de böyle oldu.
Önceleri bir grup eski arkadaşın internet üzerinde çıkardığı sosyal ayrıntılar ansiklopedisinde ufak tefek yazılar yazıyordum. Daha sonra derkenar.com da yazmaya başladım. Bu, yazıya ısınma sürecimi giderek hızlandırdı. Çünkü internet sadece yazınızı gönderdiğiniz bir ortam değil, diğer araçlarda olmadığı kadar da okuyucuyla aracısız ve kolay iletişim imkânı bulduğunuz bir dünya aynı zamanda.
Ama asıl dönüm noktasının Xasiork-Ölümsüz Öyküler Yayınevi’nin 2002 yılındaki öykü yarışmasına katılmam olduğunu söyleyebilirim. Sonra da adam öykü, e-edebiyat ve patika gibi dergilere yollamaya başladım yazdıklarımı.
Zaten kitaptaki öykülerin hemen tamamı 2002 yılı ve sonrasına ait.
Öykülerinizde hep geçmişe dair, geri dönüşler var sık sık. Kahramanlarınızı geçmişten almanın ya da geçmişe götürmenizin nedeni nedir?
Bunu tam bilmiyorum ama düşündüğümde çocukluğumla ilgili olduğunu sanıyorum. Küçük bir ege kasabasında doğdum. Herkesin birbirini tanıdığı, ihtiyar teyzelerin hükmünün sürdüğü, deli sayısının akıllılara yakın olduğu mahallelerde büyüdüm.
O zamanlar uzun ve karanlık geceler yaşanırdı elektrik kısıntıları nedeniyle. Erkekler kahveye gider, mahallenin kadınları ve çocukları aynı evde toplanırlardı. Sobanın tavana vuran şavkının altında sırayla herkes eski günlerden bahsederdi. Rum komşular, savaşlar, işgal günleri, çete hikâyeleri, iyi günler, zor zamanlar sonra ihtiyarlar sırayla uykuya dalar gecenin sonuna doğru teker teker uyanıp dağılırlardı. Bu müthiş sözlü anlatım zenginliğinin içinde büyümemin etkisi olabilir yazdıklarımda.
Öte yandan delileri atlamamak gerek. Doğduğum yerde hâlâ daha deliler saygın bir yere sahiptirler. Evimizin sürekli misafirleri olurlar, babamın manifatura dükkânından giyinirler, kuşanırlardı. Onlar daha çok geçmişte ve kendilerine ait zamanlarında yaşarlar. En iyi müşterileri de bendim. Kendilerini bıkmadan dinleyen tek akıllı olarak benden öykülerini hiç sakınmazlardı.
Ailemin büyükleri de hep iyi anlatıcılardı. Konuşmaktan çok izlemeyi sevdiğim için sanırım kalemime vurdu bütün bunlar.
Kitabın başında arkadaş Z. Özger den bir alıntı yapmışsınız; ... sana toprağı ve aşkı öğretecek hayat denen anneye koş. Bu alıntı öykülerinizi ve hayata bakışınızı da tanımlıyor mu?
Kuşkusuz. İlk olarak annemizi sonra da ailemizi sevmeyi öğreniriz. Hayata karşı korkularımız yüzünden aslında. Koşulsuz korunak sağlayan kolların biraz uzağı bizi ürpertir. Bu daha sonraları da devam eder. Ama galiba asıl anne, asıl öğretici hayat. Yavaş yavaş suya girmeye ve yüzmeyi sevmeye benziyor yaşamak. Yaralarımıza rağmen hayat bizi anlamlandırıyor ve var ediyor.
Yukarıda dizeleri seçmemin bir nedeni de kitabı adadığım Murat Çelik. Murat çok eski bir arkadaşımdı ve 99 depreminde yıkıntı altında kaldığı haberini aldığımda Gelibolu’da askerdim. Deprem bölgesine hareket emri aldık. Gerçi bizim birliğimiz gitmedi ama o bekleyiş günleri boyunca Murat’ın altında kaldığı o apartmanı ve onu rüyalarımda gördüm sürekli. Belki de oraya gitseydik onu ben bulacaktım. Hayat böyle garip bir şey işte.
Öykülerinizde geçmişe özlemin yanı sıra, bir dede özlemi de seziliyor. Dede imgesi birçok öykünüzde karşımıza çıkıyor...
Her dede torun arasında özel bir ilişki vardır. Ama bizimki sanki biraz daha farklıydı. Dedem ve ailesi, 1. Dünya Savaşı’nı, ardından gelen işgal ve direniş yıllarını, o günlerdeki acıları tam göbeğinde yaşamış insanlardı. Ancak onca sıkıntıya rağmen onun ağzından Rum komşularına karşı tek olumsuz söz duymamışımdır.
Her zaman, o günler güzeldi, derdi. Her fırsatta babasının atının kıçında gittiği Rum meyhaneciyi, meyhanecinin dünya güzeli kızını anlatırdı.
Bugün dünyada yaşanan kıyımları ve düşmanlıkları gördükçe onu daha çok seviyorum ve özlüyorum.
Öte yandan dedemin son günlerini dakika dakika yaşadım. Yavaş yavaş çökmesi, geceler boyunca süren astım nöbetleri, daralıp açılan nefesinin hırıltısı, aklını yavaş yavaş yitirmesi hep gözlerimin önünde oldu. Kısa süreliğine evin dışına çıktığım bir anda öldü. Galiba bu anı kolluyordu.
Ahmet Büke‘nin bundan sonra okurlara sunmayı plânladığı bir kitap var mı? Öyküyle mi devam etmeyi düşünüyorsunuz, yoksa farklı türde eserler de bekleyelim mi sizden?
Yazmayı seviyorum. Daha doğrusu öyküyü çok seviyorum. Dünyayı ve kendimi anlamak için kullandığım tüm referansların yittiği yerde öykü başlıyor benim için. O zaman hayatın zorla giydirdiği meşum deli gömleğinden biraz sıyrıldığımı hissediyorum. Bu da yazmam için başlı başına bir neden.
Ancak hep öykü yazacağım diye de bir şartlanmam yok tabii. Yazmak, çok kontrolüm dahilinde olan bir durum değil benim için.
İçimin dizginleri nereye çeker bilemiyorum. (Pınar Tarcan, Türkiye Kitap, Kasım 2004)
Hazırlayan: 371 Fatma Ceren MORBEL, 10-E
Kaynaklar:
kanatkitap.com
tr.wikipedia.org
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder