Sadık Yemni
1951 yılında İstanbul, Kurtuluş’ta (Tatavla), Sopalı Hüsnü Sokak’ta doğdu. İki
buçuk yaşında ailesi İzmir’e taşındı. İlkokulu Sadık Bey troleybüs durağındaki
Hakimiyeti Milliye İlkokulunda okudu. Üç şeyde marifetli olduğu hemen
anlaşılmıştı: yaramazlık, matematik ve edebiyat. Ünlü hamamın yakınındaki Karataş
Ortaokulunu bitirdi. Çocukluğunda annesiyle o hamama çok gitmişliği vardır. Bu
çocuk çok bakıyor, artık getirme dediklerinde ayağı ne yazık ki kesilmiştir. O
yıl devlet liselerinin belki de tarihinde tek bir kez sınavlı olacağı tuttu.
Neyse ki 1500 kişi arasından 28. olarak Salah Birsel’in, Samim Kocagöz’ün ve Attilâ
İlhan’ın da okulu olan Atatürk Lisesine girmeyi başardı. Lisede kimyaya merak
saldı. Hibeler ve düşeşlerin yardımıyla evinde bir kimya laboratuvarı kurdu.
Kendisine kısa zamanda nam kazandıran roketlerinin yanı sıra kimya şakalarına
da başladı. Kendi kendine tutuşan mendiller, suda yanan taşlarla falan kimya
sihirbazı lakabına layık görüldü. Lise sıralarında bu yaşa kadar sürdüreceği
birkaç işe birden bulaştı. Muntazam idman yapmak, fizik, kimya, matematik dersi
vermek ve alengirli düş kurmak. 1969 yılında 18 yaşındayken kimya hocasının
yokluğunda üç sınıfa kimya dersleri vererek okulun tarihindeki en genç öğretmen
olma sıfat ve şerefine erişti. 1975 yılında Ege Üniversitesinde Kimya Mühendisliğinde
3. sınıf öğrencisiyken kısa bir hava değişimi için Amsterdam’a gitti. Gidiş o
gidiş hâlâ orada.
Amsterdam’da
ilk olarak dayısının konfeksiyon atölyesinde çalıştı. Ağır cin kumaş toplarını
sırtında üçüncü kata çıkarmak, beş yüz buruşuk yeleği bir saatte ütülemek,
polis baskına geldiğinde oturumu olmayan terzilerin arka taraftan iple
sarkılarak kaçabilmeleri için adamları oyalamak gibi yeni beceriler edindi.
Dayısının Kinker Sokağı 27 numaradaki butiğinde kadınlara giysi satarken baştan
çıkarılmanın 1001 farklı tekniği isimli bir kitap yazacak kadar ustalaştı. Aynı
dükkân 1977’de Alsancak Börekçisi olunca daha değişik deneyimlere açıldı.
Sabahın ilk müşterileri Türk kumarbazlardı. Bütün gece oyundan sonra
böreklerini yiyip, ayranlarını içip yatmaya giderlerdi. Onlarda Türk yeraltı
dünyasının özet haberlerini bulmak mümkündü. Sabah on on bir civarında
Amsterdam’ın ilk kuşak Türk restoran sahipleri düşer, palavracılık sanatından
seçme eserler saatleri yaşanırdı. Adam öldürmüş kabadayılar, jigololar, daha o
yıllarda kaşarlanmış işsizler, iş arayan kaçaklar, hırsızlık malı satan
bitirimler, o biçimler, örtülü parlakçılar, acemi dolandırıcılar ve daha bin
bir çeşit âdem dükkâna düşerek günü renklendirirlerdi. Yetmiş sonlarında
Amsterdam hâlâ hippi devrini yaşamaktaydı. Ünü yurt dışına taşan The festival
of the fools gösterilerini asla kaçırmazdı. O yılların Melkweg’ini, orada iş
tutan Türkleri bir öykü ya da romanda canlandırmayı düşünmektedir. Cüneyt
Arkın’ın Kara Murat filmlerini oynatan Rex sinemasına da yeri gelince elbette
değinecektir. 1978-1981 yılları arasında Rozengracht’taki belediyeye ait spor
mekânının ünlü siması oldu. Gönüllülük bazında bu yıllarda yeni başlayanlara
antrenörlük yaptı. Sonra daha lüks bir idman yeri olan Splash’e kapılandı. Burada
yıllarca yarışmalarda jürilik yaptı. Sadık Yemni 1978-1980 yıllarında
pazarlarda döner satma, mobilya taşımacılığı, temizlik işleriyle iştigal
ettikten sonra nihayet bir baltaya sap oldu. Bulduğu iş demir yollarında
köprücülüktü. Gene o yıllarda babasının eskiden verdiği iki altın öğüdü de
dinlemeyerek hem memur oldu, hem de evlendi. 1980-1989 yılları arasında
demiryollarında çalıştı. Yazları bikinili kızların bolluğu nedeniyle pek
keyifli bir iş olan köprücülük sonbahardan itibaren kesintisiz bir kimsesizlik
pelerinine bürünmekteydi. Yemni bu kimsesizlik saatlerini okuma, yoğun düşünme
ve yazmayla doldurdu. Bu arada iki kez Amsterdam’dan temelli kaçma girişiminde
bulunmayı ihmal etmedi. Bu tebdili mekân harekâtının ilki Avustralya, Sydney’e
icra edildi. Yemni bir seri serüvenin ardından gözü arkada kalarak Amsterdam’a
geri döndü. 1984’te Brezilya’nın Rio de Janeiro şehrinde karnavaldan fena halde
etkilenerek sürekli kalmak için bir deneme daha yaptı. Neredeyse başarıyordu.
Gene olmadı. Kıl payıyla Amsterdam kazandı.
1985’te ilk
kez baba olma saadetine erdi. Bunu 1987’de basılan ilk kitabı
olan Demirden Gaga (De ijzeren snavel) izledi. Çoğu demiryolu
işçilerinin hayatlarını anlatan sekiz öyküyle edebiyat arenasına çıktı. 1986-1987
yıllarında İlke dergisinde muhabir olarak çalıştı. Demiryollarında bedava
seyahat ettiği için Hollanda’nın en ücra köşelerine yollandı durdu. Bunu
1991’de Köprünün Ruhu (De geest van de brug) adlı ikinci kitabı takip
etti. Arkadan diğerleri gelmeye başladı. 1993’te Amsterdam Gülü (De Roos
van Amsterdam) adlı kitabıyla eurotürkün göçmenlik tarihindeki ilk dedektifi,
Orhan Demir’i yarattı. Bu kitapta umuma sunduğu Görünür ve görünmez Türkler, (zichbaar
onzichbaar Turken), Kasıtlı Cahillik (opzettelijke onwetendheid) vb. terimleri
hâlâ kullanımdadır. 1994’te aynı kahramanın ikinci romanı
çıktı. Amsterdam’ın Şövalyeleri (de Ridders van Amsterdam). O yıllarda çok
aşağılanan göçmen edebiyatının ölümünü ilan eden bu iki kitabın ardından Yemni
konuları daha alengirli, boğumu, büklümü gani, anlatımı gaddar romanlarını
yaratmaya başladı. 1995 yılında AKO uzun listesine giren Muska (De Amulet)
bu tür romanların ilkiydi. 1996’da Yemni’nin Türkiye’de basılan ilk kitabı
oldu. Onu Öte Yer ve Amsterdam’ın Gülü (1997) takip etti. Hollanda
Sağlık Bakanlığının inisiyatifiyle yazdığı on skeç filme çekilip TRT-INT
tarafından defalarca yayınlandı. Gene o yıllarda şu anda artık mevcut olmayan
Opstap projesi kapsamında 4-6 yaşları arası çocuklar için öyküler yazdı. Bu
öyküler Türkçe ve Hollandaca olarak yayımlandılar. Bunu takip eden yıllarda
tiyatro oyunları, romanlar, çocuk öyküleri, film senaryoları birbiri ardınca
yapılandılar. Yemni’nin Hollanda’da ikisi Şaban Ol, biri Nahit Güvendi
tarafından sahneye konmuş Karagöz Hollanda’da, Dördüncü Vardiya, Paradigma adlı
üç tiyatro oyunu vardır. 1996-97 yıllarında Türkiye’nin X files’ı denebilecek
olan bir dizi için Sır Dosyası senaryoları yazdı. Elinde kullanılmamış 26 öykü
bulunduğu için bunları bir gün Türkiye’de dizi ya da film yapma hayalini hâlâ
muhafaza etmektedir. 2000 yılında yayımlanan Dördüncü Yıldız (De Vierde Ster)
adlı romanı günü izah eden ve geleceği haber veren ilginç bir yapıt olarak
değerlendirildi. 2001-2004 yılları arasında lise öğrencilerine fizik ve kimya
dersleri vererek eski mesleğini yad etti. Türkçe dersleri de veren Yemni, yakın
gelecekte yazın işliği alanında daha da yoğunlaşmayı ummaktadır.
Türkiye’de
2002 yılında cümbüşlü tirildeme makamında Metros, 2003’te Pera adacığında
sıkışanların gizemli öyküsü olan Çözücü, 2004’te tasavvufi bilimkurgumuz
olan Ölümsüz ve 2005’te Sarp Sapmazlı Yatır adlı romanları (Alfa-Everest
yayınları) yayımlandı. 2005 Şubat’ında Türkiye’de ilk kez yayımlanan (Metis
yayınları) 1002. Gece Masalları adlı fantastik öykü derlemesinde Bekleme Odası
adlı öyküsüyle katıldı. Bu öyküyü siteden okuyabilirsiniz. 2006 yılında 2005
yılının huzursuzca çalkantılı Hollandasını anlatan Muhabbet Evi adlı
romanı yayımlandı. Yazar zamanının Cypher hapı kullanmayan (sözlükçeye bakın
lütfen) tanığı olarak çeşitli dergi ve gazetelerde yirmiden fazla deneme ve
makale yayımladı. Google’nin çeyiz sandığında kıpır kıpırlar. 2007 yılında 1969-70
yıllarındaki lise hayatını anlatan Durum 429 adlı kitabıyla okurlarına mizah ve
nostalji baloncukları üfledi. 2007 yılında edebiyat çevirmenliği ağacından iki
yaprak döktü. Birincisi ünlü Hollandalı yazar Bernlef’in Dışarısı
Pazartesi adlı romanıdır. Diğeri de Kent ve insan adlı bir öykü
seçkisidir. Bu arada biri İstanbul timeout tarafından Haziran 2007’de, diğeri
de İstanbul noir kitabında(2008) yayımlanacak olan iki öykü yazdı. Şu anda
harıl harıl yeni romanlarına ve film-dizi senaryolarına çalışmaktadır.
Sadık Yemni’nin Ağzından Bir Lise Anısı
İzmir Atatürk
Lisesinin altmışlı yıllarda ünlü matematik öğretmeni Kemal Danışman, Teksir
lakabını fotokopi öncesi zamanların büyük kurtarıcısı teksir aletiyle ders
notları çoğaltmaktan ötürü edinmişti. Çok iyi bir matematik öğretmeniydi.
Fransa’da matematik yarışmasından kazandığı ödülle kendine bir araba aldığı
rivayet edilirdi. Bir ara öğretmenliği bırakıp kamyonculuk, sinemacılık
yaptığı, ama mesleğinin hasretine dayanamayıp geri döndüğü anlatılırdı. Pek
güzel bir kızı olduğu da sıkça söylenirdi. Çok merak etmemize rağmen göremedik.
Daha doğrusu iyice yakından göremedik. Lise üçteyken bir gün Tepecik-Kemer’de
arabasıyla burun buruna gelecek ve selam verecektik. İnanılmaz şüpheli bir
konumda basıldığımızdan içerde oturan kızın güzelliğine falan dikkat edecek
halimiz kalmayacaktı. Teksir beni sever ve takdir ederdi. Bir çeşit
alteregosuydum hatta. Tip olarak genel benzerliğimiz de vardı. Amcamı
andırırdı. Onla ilk yakınlığımızı sodyum sülfür sayesinde kurduk. Bir yerden
sodyum sülfür bulmuştum. Evde bir cam kaba yerleştirecektim. Kâğıda sarılıydı.
Benim sıramın çekmecesi talana açık durduğundan kürsü çekmecesine koymuş ve
varlığını unutmuştum. “Çocuklar burda bir şey kokuyor.” Başımdan
aşağı kaynar suların döküldüğünü hatırlıyorum. Teksir bağırmadan çağırmadan
otorite kurabilen bir hocaydı. Çekinirdik kendisinden. İzin isteyerek kürsünün
yanına gittim ve kimya deneyleri yaptığımı, çekmecedeki sodyum sülfürün havanın
nemiyle birleşerek H2S yani yumurta çürüğü kokusu yayınladığını
anlattım bir çırpıda. İlgilenmişti. Paketin içindeki topakları merakla
inceledi. Ondan sonra benim roketçiliğim, kimya şakalarım ve sınıflara ders
verme işi çıkınca ahbaplığı ilerlettik. Bir ara lise ikinci sınıf öğrencisiyken
edebiyat sınıflarına hocalarının yokluğunda kimya dersi vermiştim. Üç hafta
sonra şartlar normale dönünce Teksirle aramızda başka türlü bir bağ oluştuğunu
fark ettim. O kimya derslerini verebilmek için en çok matematik derslerini
ekmek zorunda kalmıştım. Üzerimde hakkı vardı. Ara sıra derslerin tekdüzeliğini
kırmak için ‘Sadık bugün gene ne deneyler yaptın?’ diye sorardı. Ben de
anlatırdım. Çok hoşuna giderdi. Kendi eski lise anılarından örnekler verirdi.
Bir gün derişik kostik soda, yani sodyum hidroksit eriyiğini pipetle çekerken
ağzına kaçmıştı. Bir hafta ağzındaki yaralar kapanana kadar sadece çorbayla
beslenmişti. Bu soruda bilim aşkı ve özlemi vardı. Onlar da bizler
de bilime âşıktık. Bilim yolunu özlüyorduk. “En hakiki mürşit ilimdir”i fikir
olarak, istek olarak soluyorduk, ama ülke çapında
pratikteki durumumuz pek parlak değildi. O sıralarda başta Ülker
Hanım olmak üzere bazı hocalarım beni geleceğin parlak bir bilim adamı olarak
görüyorlardı sanırım. Okuldaki hareket serbestimi büyük ölçüde şansımdan,
kurnazlığımdan çok bu görüşün sağladığı hoşgörüye borçluydum. Araştırma ve
geliştirme için ayrılan bütçeyi, üniversitelerin yüksek lise düzeyinde
olduğunu, teknoloji üretenlerle aramızın çok hızla uçurumlandığını, ipin ucunu
fena halde kaçırdığımızı falan bilmiyorduk. Ülkenin en modern, en Batılı ve
yaşamın göreceli en kolay olduğu bir kıyı şehrinde acınacak hülyalar
salıncağında gıcır da gıcır sallanmaktaydık. Teksir’in yaptığı sınavlarda kopya
çekmek neredeyse imkânsızdı. Cin gibiydi. En ufak şüpheli bir hareketi hemen
görürdü. Çok iyi bir matematik öğretmeniydi. Kendisinden ders alanlara sağlam
bir temel kazandırmıştır. Kendisini sevgi ve saygıyla
anıyorum. (http://www.sadikyemni.net/tag/izmir-ataturk-lisesi/)
(Bu bölüm, Durum 429’un 32-33 ve 54-56
sayfalarında ufak tefek farklılıklarla ve cümle sırası değişikleriyle yer
almaktadır.)
Hazırlayan: 616 Nurettin TEKİN, 10-E
Kaynaklar:
Sadık Yemni, Durum 429, Everest
Yayınları, İstanbul, 2007
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder