23 Temmuz 2013 Salı

Şair ve Yazarlar: Yemni, Sadık

YEMNİ, Sadık

Sadık Yemni 1951 yılında İstanbul, Kurtuluş’ta (Tatavla), Sopalı Hüsnü Sokak’ta doğdu. İki buçuk yaşında ailesi İzmir’e taşındı. İlkokulu Sadık Bey troleybüs durağındaki Hakimiyeti Milliye İlkokulunda okudu. Üç şeyde marifetli olduğu hemen anlaşılmıştı: yaramazlık, matematik ve edebiyat. Ünlü hamamın yakınındaki Karataş Ortaokulunu bitirdi. Çocukluğunda annesiyle o hamama çok gitmişliği vardır. Bu çocuk çok bakıyor, artık getirme dediklerinde ayağı ne yazık ki kesilmiştir. O yıl devlet liselerinin belki de tarihinde tek bir kez sınavlı olacağı tuttu. Neyse ki 1500 kişi arasından 28. olarak Salah Birsel’in, Samim Kocagöz’ün ve Attilâ İlhan’ın da okulu olan Atatürk Lisesine girmeyi başardı. Lisede kimyaya merak saldı. Hibeler ve düşeşlerin yardımıyla evinde bir kimya laboratuvarı kurdu. Kendisine kısa zamanda nam kazandıran roketlerinin yanı sıra kimya şakalarına da başladı. Kendi kendine tutuşan mendiller, suda yanan taşlarla falan kimya sihirbazı lakabına layık görüldü. Lise sıralarında bu yaşa kadar sürdüreceği birkaç işe birden bulaştı. Muntazam idman yapmak, fizik, kimya, matematik dersi vermek ve alengirli düş kurmak. 1969 yılında 18 yaşındayken kimya hocasının yokluğunda üç sınıfa kimya dersleri vererek okulun tarihindeki en genç öğretmen olma sıfat ve şerefine erişti. 1975 yılında Ege Üniversitesinde Kimya Mühendisliğinde 3. sınıf öğrencisiyken kısa bir hava değişimi için Amsterdam’a gitti. Gidiş o gidiş hâlâ orada.
Amsterdam’da ilk olarak dayısının konfeksiyon atölyesinde çalıştı. Ağır cin kumaş toplarını sırtında üçüncü kata çıkarmak, beş yüz buruşuk yeleği bir saatte ütülemek, polis baskına geldiğinde oturumu olmayan terzilerin arka taraftan iple sarkılarak kaçabilmeleri için adamları oyalamak gibi yeni beceriler edindi. Dayısının Kinker Sokağı 27 numaradaki butiğinde kadınlara giysi satarken baştan çıkarılmanın 1001 farklı tekniği isimli bir kitap yazacak kadar ustalaştı. Aynı dükkân 1977’de Alsancak Börekçisi olunca daha değişik deneyimlere açıldı. Sabahın ilk müşterileri Türk kumarbazlardı. Bütün gece oyundan sonra böreklerini yiyip, ayranlarını içip yatmaya giderlerdi. Onlarda Türk yeraltı dünyasının özet haberlerini bulmak mümkündü. Sabah on on bir civarında Amsterdam’ın ilk kuşak Türk restoran sahipleri düşer, palavracılık sanatından seçme eserler saatleri yaşanırdı. Adam öldürmüş kabadayılar, jigololar, daha o yıllarda kaşarlanmış işsizler, iş arayan kaçaklar, hırsızlık malı satan bitirimler, o biçimler, örtülü parlakçılar, acemi dolandırıcılar ve daha bin bir çeşit âdem dükkâna düşerek günü renklendirirlerdi. Yetmiş sonlarında Amsterdam hâlâ hippi devrini yaşamaktaydı. Ünü yurt dışına taşan The festival of the fools gösterilerini asla kaçırmazdı. O yılların Melkweg’ini, orada iş tutan Türkleri bir öykü ya da romanda canlandırmayı düşünmektedir. Cüneyt Arkın’ın Kara Murat filmlerini oynatan Rex sinemasına da yeri gelince elbette değinecektir. 1978-1981 yılları arasında Rozengracht’taki belediyeye ait spor mekânının ünlü siması oldu. Gönüllülük bazında bu yıllarda yeni başlayanlara antrenörlük yaptı. Sonra daha lüks bir idman yeri olan Splash’e kapılandı. Burada yıllarca yarışmalarda jürilik yaptı. Sadık Yemni 1978-1980 yıllarında pazarlarda döner satma, mobilya taşımacılığı, temizlik işleriyle iştigal ettikten sonra nihayet bir baltaya sap oldu. Bulduğu iş demir yollarında köprücülüktü. Gene o yıllarda babasının eskiden verdiği iki altın öğüdü de dinlemeyerek hem memur oldu, hem de evlendi. 1980-1989 yılları arasında demiryollarında çalıştı. Yazları bikinili kızların bolluğu nedeniyle pek keyifli bir iş olan köprücülük sonbahardan itibaren kesintisiz bir kimsesizlik pelerinine bürünmekteydi. Yemni bu kimsesizlik saatlerini okuma, yoğun düşünme ve yazmayla doldurdu. Bu arada iki kez Amsterdam’dan temelli kaçma girişiminde bulunmayı ihmal etmedi. Bu tebdili mekân harekâtının ilki Avustralya, Sydney’e icra edildi. Yemni bir seri serüvenin ardından gözü arkada kalarak Amsterdam’a geri döndü. 1984’te Brezilya’nın Rio de Janeiro şehrinde karnavaldan fena halde etkilenerek sürekli kalmak için bir deneme daha yaptı. Neredeyse başarıyordu. Gene olmadı. Kıl payıyla Amsterdam kazandı.

1985’te ilk kez baba olma saadetine erdi. Bunu 1987’de basılan ilk kitabı olan Demirden Gaga (De ijzeren snavel) izledi. Çoğu demiryolu işçilerinin hayatlarını anlatan sekiz öyküyle edebiyat arenasına çıktı. 1986-1987 yıllarında İlke dergisinde muhabir olarak çalıştı. Demiryollarında bedava seyahat ettiği için Hollanda’nın en ücra köşelerine yollandı durdu. Bunu 1991’de Köprünün Ruhu (De geest van de brug) adlı ikinci kitabı takip etti. Arkadan diğerleri gelmeye başladı. 1993’te Amsterdam Gülü (De Roos van Amsterdam) adlı kitabıyla eurotürkün göçmenlik tarihindeki ilk dedektifi, Orhan Demir’i yarattı. Bu kitapta umuma sunduğu Görünür ve görünmez Türkler, (zichbaar onzichbaar Turken), Kasıtlı Cahillik (opzettelijke onwetendheid) vb. terimleri hâlâ kullanımdadır. 1994’te aynı kahramanın ikinci romanı çıktı. Amsterdam’ın Şövalyeleri (de Ridders van Amsterdam). O yıllarda çok aşağılanan göçmen edebiyatının ölümünü ilan eden bu iki kitabın ardından Yemni konuları daha alengirli, boğumu, büklümü gani, anlatımı gaddar romanlarını yaratmaya başladı. 1995 yılında AKO uzun listesine giren Muska (De Amulet) bu tür romanların ilkiydi. 1996’da Yemni’nin Türkiye’de basılan ilk kitabı oldu. Onu Öte Yer ve Amsterdam’ın Gülü (1997) takip etti. Hollanda Sağlık Bakanlığının inisiyatifiyle yazdığı on skeç filme çekilip TRT-INT tarafından defalarca yayınlandı. Gene o yıllarda şu anda artık mevcut olmayan Opstap projesi kapsamında 4-6 yaşları arası çocuklar için öyküler yazdı. Bu öyküler Türkçe ve Hollandaca olarak yayımlandılar. Bunu takip eden yıllarda tiyatro oyunları, romanlar, çocuk öyküleri, film senaryoları birbiri ardınca yapılandılar. Yemni’nin Hollanda’da ikisi Şaban Ol, biri Nahit Güvendi tarafından sahneye konmuş Karagöz Hollanda’da, Dördüncü Vardiya, Paradigma adlı üç tiyatro oyunu vardır. 1996-97 yıllarında Türkiye’nin X files’ı denebilecek olan bir dizi için Sır Dosyası senaryoları yazdı. Elinde kullanılmamış 26 öykü bulunduğu için bunları bir gün Türkiye’de dizi ya da film yapma hayalini hâlâ muhafaza etmektedir. 2000 yılında yayımlanan Dördüncü Yıldız (De Vierde Ster) adlı romanı günü izah eden ve geleceği haber veren ilginç bir yapıt olarak değerlendirildi. 2001-2004 yılları arasında lise öğrencilerine fizik ve kimya dersleri vererek eski mesleğini yad etti. Türkçe dersleri de veren Yemni, yakın gelecekte yazın işliği alanında daha da yoğunlaşmayı ummaktadır.
Türkiye’de 2002 yılında cümbüşlü tirildeme makamında Metros, 2003’te Pera adacığında sıkışanların gizemli öyküsü olan Çözücü, 2004’te tasavvufi bilimkurgumuz olan Ölümsüz ve 2005’te Sarp Sapmazlı Yatır adlı romanları (Alfa-Everest yayınları) yayımlandı. 2005 Şubat’ında Türkiye’de ilk kez yayımlanan (Metis yayınları) 1002. Gece Masalları adlı fantastik öykü derlemesinde Bekleme Odası adlı öyküsüyle katıldı. Bu öyküyü siteden okuyabilirsiniz. 2006 yılında 2005 yılının huzursuzca çalkantılı Hollandasını anlatan Muhabbet Evi adlı romanı yayımlandı. Yazar zamanının Cypher hapı kullanmayan (sözlükçeye bakın lütfen) tanığı olarak çeşitli dergi ve gazetelerde yirmiden fazla deneme ve makale yayımladı. Google’nin çeyiz sandığında kıpır kıpırlar. 2007 yılında 1969-70 yıllarındaki lise hayatını anlatan Durum 429 adlı kitabıyla okurlarına mizah ve nostalji baloncukları üfledi. 2007 yılında edebiyat çevirmenliği ağacından iki yaprak döktü. Birincisi ünlü Hollandalı yazar Bernlef’in Dışarısı Pazartesi adlı romanıdır. Diğeri de Kent ve insan adlı bir öykü seçkisidir. Bu arada biri İstanbul timeout tarafından Haziran 2007’de, diğeri de İstanbul noir kitabında(2008) yayımlanacak olan iki öykü yazdı. Şu anda harıl harıl yeni romanlarına ve film-dizi senaryolarına çalışmaktadır.

Sadık Yemni’nin Ağzından Bir Lise Anısı
İzmir Atatürk Lisesinin altmışlı yıllarda ünlü matematik öğretmeni Kemal Danışman, Teksir lakabını fotokopi öncesi zamanların büyük kurtarıcısı teksir aletiyle ders notları çoğaltmaktan ötürü edinmişti. Çok iyi bir matematik öğretmeniydi. Fransa’da matematik yarışmasından kazandığı ödülle kendine bir araba aldığı rivayet edilirdi. Bir ara öğretmenliği bırakıp kamyonculuk, sinemacılık yaptığı, ama mesleğinin hasretine dayanamayıp geri döndüğü anlatılırdı. Pek güzel bir kızı olduğu da sıkça söylenirdi. Çok merak etmemize rağmen göremedik. Daha doğrusu iyice yakından göremedik. Lise üçteyken bir gün Tepecik-Kemer’de arabasıyla burun buruna gelecek ve selam verecektik. İnanılmaz şüpheli bir konumda basıldığımızdan içerde oturan kızın güzelliğine falan dikkat edecek halimiz kalmayacaktı. Teksir beni sever ve takdir ederdi. Bir çeşit alteregosuydum hatta. Tip olarak genel benzerliğimiz de vardı. Amcamı andırırdı. Onla ilk yakınlığımızı sodyum sülfür sayesinde kurduk. Bir yerden sodyum sülfür bulmuştum. Evde bir cam kaba yerleştirecektim. Kâğıda sarılıydı. Benim sıramın çekmecesi talana açık durduğundan kürsü çekmecesine koymuş ve varlığını unutmuştum. “Çocuklar burda bir şey kokuyor.”  Başımdan aşağı kaynar suların döküldüğünü hatırlıyorum. Teksir bağırmadan çağırmadan otorite kurabilen bir hocaydı. Çekinirdik kendisinden. İzin isteyerek kürsünün yanına gittim ve kimya deneyleri yaptığımı, çekmecedeki sodyum sülfürün havanın nemiyle birleşerek H2S yani yumurta çürüğü kokusu yayınladığını anlattım bir çırpıda. İlgilenmişti. Paketin içindeki topakları merakla inceledi. Ondan sonra benim roketçiliğim, kimya şakalarım ve sınıflara ders verme işi çıkınca ahbaplığı ilerlettik. Bir ara lise ikinci sınıf öğrencisiyken edebiyat sınıflarına hocalarının yokluğunda kimya dersi vermiştim. Üç hafta sonra şartlar normale dönünce Teksirle aramızda başka türlü bir bağ oluştuğunu fark ettim. O kimya derslerini verebilmek için en çok matematik derslerini ekmek zorunda kalmıştım. Üzerimde hakkı vardı. Ara sıra derslerin tekdüzeliğini kırmak için ‘Sadık bugün gene ne deneyler yaptın?’ diye sorardı. Ben de anlatırdım. Çok hoşuna giderdi. Kendi eski lise anılarından örnekler verirdi. Bir gün derişik kostik soda, yani sodyum hidroksit eriyiğini pipetle çekerken ağzına kaçmıştı. Bir hafta ağzındaki yaralar kapanana kadar sadece çorbayla beslenmişti.  Bu soruda bilim aşkı ve özlemi vardı. Onlar da bizler de bilime âşıktık. Bilim yolunu özlüyorduk. “En hakiki mürşit ilimdir”i fikir olarak, istek olarak soluyorduk, ama ülke çapında pratikteki  durumumuz pek parlak değildi. O sıralarda başta Ülker Hanım olmak üzere bazı hocalarım beni geleceğin parlak bir bilim adamı olarak görüyorlardı sanırım. Okuldaki hareket serbestimi büyük ölçüde şansımdan, kurnazlığımdan çok bu görüşün sağladığı hoşgörüye borçluydum. Araştırma ve geliştirme için ayrılan bütçeyi, üniversitelerin yüksek lise düzeyinde olduğunu, teknoloji üretenlerle aramızın çok hızla uçurumlandığını, ipin ucunu fena halde kaçırdığımızı falan bilmiyorduk. Ülkenin en modern, en Batılı ve yaşamın göreceli en kolay olduğu bir kıyı şehrinde acınacak hülyalar salıncağında gıcır da gıcır sallanmaktaydık. Teksir’in yaptığı sınavlarda kopya çekmek neredeyse imkânsızdı. Cin gibiydi. En ufak şüpheli bir hareketi hemen görürdü. Çok iyi bir matematik öğretmeniydi. Kendisinden ders alanlara sağlam bir temel kazandırmıştır. Kendisini sevgi ve saygıyla anıyorum.       (http://www.sadikyemni.net/tag/izmir-ataturk-lisesi/)   (Bu bölüm, Durum 429’un 32-33 ve 54-56 sayfalarında ufak tefek farklılıklarla ve cümle sırası değişikleriyle yer almaktadır.)

Hazırlayan: 616 Nurettin TEKİN, 10-E

Kaynaklar:

Sadık Yemni, Durum 429, Everest Yayınları, İstanbul, 2007

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder