23 Temmuz 2013 Salı

Şair ve Yazarlar: Birsel, Salah



BİRSEL, Salah

1919’da Balıkesir’in Bandırma ilçesinde doğdu. Orta öğrenimini İzmir’de Saint Joseph Fransız Okulu ve İzmir Erkek Lisesinde (1937) tamamladı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine girdi. İki yıl sonra aynı üniversitenin Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümüne geçti. 1948’de mezun oldu.1943-1949 yılları arasında İstanbul Nişantaşı Ortaokulunda Fransızca öğretmenliği, 1953-1956 yılları arasında iş müfettişliği, 1956-1960 yılları arasında Edebiyat Fakültesi Kütüphanesi müdürlüğü, 1961-1973 arasında Türk Dil Kurumu Yayın Kolu Başkanlığı yaptı.
İlk şiirleri 1397’de “Gündüz” dergisinde yayınlandı. 1940-1950 arasında “İnkılâpçı Gençlik”, “Sokak”, “İnsan”, “Seçilmiş Hikâyeler” gibi dergiler şiirlerine yer verdi. “Yenilik”, “İnsan”, “Sokak” ve “Nokta” dergilerinin yayın çalışmalarına katıldı. Şiirleri öncelikle zekâya, ince alaya dayanan yergi ağırlıklı şiirlerdir. Garip ve İkinci Yeni akımlarını kendine göre yorumlayarak uzaktan izledi.
Şiirlerinde halk şiirine ulaşan bir söyleyiş yöntemine ulaştı. Yalın biçemi (üslubu), hoşgörülü konu seçimleri ve ince alaylı yaklaşımıyla kendine özgü farklı bir yerde bulundu. Asıl ününü 1970’lerde peş peşe yayınlanan denemeleriyle kazandı. Günlük konuşma dilinde pek az bilinen sözcük ve deyimlerden başka, kendi yarattığı ilginç deyişleri de sıkça kullandığı ve anlatımına egemen kıldığı alaycı tavrıyla bu denemelerde özgün bir biçem yarattı.
“Salah Bey Tarihi”ni oluşturan “Kahveler Kitabı”, “Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu”,”Boğaziçi Şıngır Mıngır”, “Sergüzeşt-i Nono Bey”, “Elmas Boğaziçi” ve “İstanbul-Paris” kitaplarında, geçmişin İstanbul kahvelerini, Beyoğlu ve Boğaziçi’nin sanat çevrelerini anlattı.
1990’larda büyük bir coşkuyla tekrar şiirine döndü. İroni ve alay özelliklerini taşıyan şiirleriyle modern şiirimizi tema ve dil bakımından demokratlaştırdı, geliştirdi. 1999’da ölen Salah Birsel’in mezarı Feriköy Mezarlığı’ndadır.

Salah Birsel’in Eserleri:

Şiir:
Dünya İşleri (1947)
Hacivat’ın Karısı (1955)
Ases (1960)
Kikirikname (1961)
Haydar Haydar (1972)
Köçekçeler (1981)
Bütün Şiirleri (1986)
Varduman (1993)
Yalelli (1994)
İnce Donanma (1995)
Rumba da Rumba (1995)
Yaşama Sevinci (1995)
Çarleston (1995)
Baş ve Ayak (1997)
Sevdim Senin Ey İnsan (1997)

Deneme, Eleştiri, Günlük:
Şiirin İlkeleri (1952)
Günlük (1955)
Sev Beni Sev (1957)
Kendimle Konuşmalar (1969)
Şiir ve Cinayet (1975)
Kahveler Kitabı (1975)
A Beyoğlu Vah Beyoğlu (1976)
Kuşları Örtünmek (1976)
Kurutulmuş Felsefe Bahçesi (1979)
Boğaziçi Şıngır Mıngır (1980)
Halley Kimi Kurtarır (1981)
Paf ve Puf (1981)
Hacivat Günlüğü (1982)
Sergüzeşt-i Nono Bey ve Elmas Boğaziçi (1982)
Amerikalı Tolstoy (1983)
İstanbul-Paris (1983)
Bir Zavallı Sarı At (1985)
Yapıştırma Bıyık (1985)
Şişedeki Zenci (1986)
Asansör (1987)
Kediler (1988)
Aynalar Günlüğü (1988)
Seyirci Sahneye Çıkıyor (1989)
Bay Sessizlik (1990)
Nezleli Karga (1991)
Yaşlılık Günlüğü (1992)
Gandhi ya da Hint Kirazının Gölgesinde (1993)
Gece Mavisi (1994)
Papağanname (1995)
Yanlış Parmak (1996)

Roman:
Dört Köşeli İnsan (1961)

İnceleme:
Fransız Resminde İzlenimcilik (1967)
Goethe (1972)

Kikirikname
Sizinkisi de gülmek mi kikirikler
Gülünce şöyle sunturlu gülmeli
Bir iki üç dişleri göstermeli

Yakaları kolalatmalı bir iki üç
Bir iki üç başları doğrultmalı
Boşuna değil bu öğütler inanın
Gülünce sabah akşam gülmeli

Ceketler kavuşturulmalı bir iki üç
Köşelerde değil ortalarda gülmeli
Düğmeleri parlatmalı zamanında
Gülünce şapkalarla gülmeli

Bir iki üç sayıyla bükülmeli
Sırayla değil hep birden gülmeli
İşin bütün inceliği burada a kikirikler
Gülünce dişleri göstermeli


Eskiden İzmir’de
934-937 arasında üç yıl İzmir Erkek Lisesinde (şimdiler Atatürk Lisesi) okudum. Yani Fonof Çağında.
Fonof, başmüdür yardımcısı Nuri Beyden başkası değildi. Beden eğitimine de o gelirdi. Sağa sola van-vun etmez ama okulun Zal’ı idi. Uzun boylu, iri kemikli ve sürahi yüzlüydü. Dişleri ağzının içinde değil dışındaydı. Bu yüzden, konuşurken ağzının sol ucu boynuna doğru kaçardı. Yürümesi de tetik tetikti. Vücudu geride kalır, burunları yana kayık pabuçları öne fırladı. Saçları da zamanın modasına uyularak alabros kestirilmişti. Giyimine, kuşamına da pek düşkündü. En pahalı gömlekler, en torlak kravatlar onun üstünde görünürdü. Kunduracıya gittiğinde daha adımını dükkândan içeri atmadan kavafa şöyle seslendiği söylenirdi:
–Pahalı bir ayakkabın varsa çıkar.
Fonof, ne kadar iki dirhem bir çekirdekse, Coğrafyacı Ziya Yamanlar da o kadar kalender, o kadar horhopurdaktır. Yalnız o da, Fonof gibi pehlivan yapılıdır. Sınıfa soyunmaya hazır bir halde girer, yerine ancak havada çizdiği birkaç peşrev ve elenseden sonra oturur. Oturur oturmaz da fareyi köşeye sıkıştırmış bir kedi gibi gözlerini çocukların üzerinden ayırmaz. Diyeceğim onun dersinde kimsenin çıtı ve gıkı çıkmazdı. Ama herkes bilirdi ki, karneye kırık gelmeyecektir.
Fonof bir bal badem çağıdır. Tabiyeci Çiftçi Necati de ölür, öğrencilerinin notunu kırmaz. O, gerçekte yüz okka çeken bir eğitimcidir. Kimseyi sözlü yoklamaya kaldırmaz. Yazılılarda da herkesin kitap açmasına izin verir. Bunu yasallaştırmak için de sadece düşünce sorusu sorar. Ne var, onun için önemli olan öğrencinin boş kâğıt vermesi değil, bir şeyler öğrenmesi, hiç değilse bir saat boyunca beyin damarlarından tabiye suyu geçirmesidir.
Hay, boyu da ne kadar ufacık tefecikti. Sübek kadar yüzünde, sübek kadar bir bıyık (yapıştırma bıyık) sallanırdı. Konuşurken ha düştü, ha düşecek derdiniz. Bıyığına dikkati çekmek için de iki tümcede bir, sağ elinin baş ve işaret parmağıyla burnunu sıvazlardı.
Matematik öğretmeni Nazmi Beyle öbür matematikçi İzzet Bey de hiçbir öğrencinin ahını yerde bırakmamıştır. İkisi de tatlı lokumdur. Hele Nazmi Bey kendi avında ve kuşundadır, sınıfa sağ elinde tebeşirle girerse de iki dakika geçmeden sınıfta olduğunu anlayamaz. İzzet Bey ise yamızı yıkık, yani eğriboyundur. Nedir, ikisi de çocuklara matematiğin bütün gizli kapılarını açar.
Felsefe öğretmeni Kemal Bey ise bir sorgu yargıcıdır. Ders vermez, ders alır. Çokluk da “Ben kimim?” sorusunu gündeme getirir. Öğrenciler de ağız birliği etmişçesine: “Ben evvelden gelip ezele giden bir hiçim” karşılığını yapıştırır. Ama kimse onun bilgisinden kuşku duymaz. Çünkü felsefe öğrenimini Türkiye’de değil Amerika memleketi gibi büyükten büyük bir ülke üniversitesinde bütünlemiştir. Yaptığının da dayanağı vardır: Öğrencileri düşünmeye alıştırıyordur.
Tarih öğretmeni Mithat Bey ise hocaların en kalantorudur. Eskiden Maarif Eminliği (bölge müdürlüğü) yapmıştır. 19 Mayıs törenine katılan bir vali gibi hep caketatayla görünür. Bastonunu da elinden hiç bırakmaz. Orta boylu ve şişmantıraktır: Kafası tost makinesine sıkışmışçasına yamyassıdır. O da Grand mastor’dur, kırık notu sayılmamıştır. Bunu sağlamak için de sınav kâğıtlarını kendine değil, kendi gibi Karşıyaka’da oturan kimi öğrencilerine okutur. Onlar da, hakkın yerini bulması için, ilkin kendilerine birer on kondururlar, sonra da 5, 6, 7, 8 ve 9’ları öbür öğrencilere bölüştürürler.
Edebiyata ise Zeki Beyle Esat Çınar gelir. Zeki Bey ipince ve gözlüklüdür. Yüksek okulu yeni bitirmiştir. Daha çok dokuzlara girer. Dokuzlar da sayılmayacak kadar çoktur. Ne ki, öğrencilere ne vermek gerekirse tümünü eksiltmeden verir.
Esat Çınar ise tam bir bastonyutmuştur. Kürsüye oturduğunda başı fırdolayı döner. Yüksek sınıfların tüfek serpintisi de odur. Onun da dersinde soluk alınmaz. Öğretmenliğine ise diyecek yoktur. Çocukların kafasına birtakım gereksiz bilgiler tıkacağına iyi şiirle kötü şiiri, iyi yazıyla kötü yazıyı birbirinden ayırmanın yolarını gösterir. Atatürk’ün milli eğitim bakanlarından Vasıf Çınar’ın özbeöz kardeşidir. Bu ona, insanlara az-biraz yukarı kulptan bakma alışkanlığı vermiştir ama kuramsaklığının altında insan yüzü, insan yüreği yine de belli olur. Gel bak ki, afurtafurluğu okul kitapları karşısında da teper. Tüm edebiyat kitaplarına burun kıvırır. Öğrencilerine de kendi notlarını -divan şairleriyle ilgilidir bunlar- yazdırır. Eyvah ki notu, öbürlerininkinin tersine, kıt mı kıttır. Nedir, Kız Lisesine de ders verdiği için yüksek numaralar boşta kalmaz, bizlerden kestiği notları götürür kızlara dağıtır.
Esat Çınar, edebiyat öğreniminde en iyi yöntemin öğrencileri doğrudan edebiyat ürünleriyle karşı karşıya getirmek olduğuna inanır. O yıllarda Hüseyin Cahit Yalçın’ın Fikir Hareketleri dergisinde Anatole France’in Allahlar Susamışlardı romanı yayınlandığından onu alapşap sınıfta okutmaya başlamıştır. Kaç ders sürdüğünü anımsamıyorum ama Anatole France’ı Yakup Kadri Karaosmanoğlu (Yaban), onu da Andre Gide (Dar Kapı) izlemiştir.
Öğrencilerin yanlışsız ve tutarlı konuşmasına büyük önem verir. Biri bir divan şairini anlatırken “Çok derin bir şairdir” dedi mi sarakası hemen ordadır:
–Kaç metre derin?
Bunun gerisinde biraz da öğrencilerine takılmayı sevmesi yatar. Bunu daha çok sevdiği öğrencilerine uygular. Bir gün -Lise sondaydık artık- Osman Koç’a -sonradan Osman Nuri Koçtürk diye ünlenecektir- şöyle sorar:
–Soyadını niye Koç aldın, bu hayvan adı?
Osman hazırcevaptır:
–Burası İzmir. Koçu çınar gölgesinde besiye alırlar. Belki ben de sizin sayenizde (gölgenizde) belki durumumu (burada öğretmenin soyadına bir işmar vardır) kurtarabilirim.
–Sende iş var. Öyleyse sana bir soru soralım: “Abdülhak Hamit babasının ölümü üzerine Tahran’dan İstanbul’a geldiği vakit ne yaptı?”
O yıllar sınıfta edebiyat kitabı olarak İsmail Habip’in Edebi Yeniliğimiz okunuyordur. Kitapta Hamit’in İstanbul’a döndüğünde üç şeye el attığı yazılıdır: iş bulmak, kitaplarını bastırmak, evlenmek.
Osman işlerin sırasını karıştırmıştır. Karşılığı şu olur:
–Evlenmek, kitaplarını bastırmak, iş bulmak.
–Olmaz, çaktırdım, ters söyledin.
Ters söylemedim kitap ters yazmış. İnsanın ilkin evlenmesi gerekir. Kadının iyisi kocasını vezir, kötüsü de rezil eder.
–Sen ermişsin, fenafillah olmuşsun. Geçirdim seni.
Yılsonudur.
Osman yerine oturur. Artık edebiyat kitabına gereği kalmadığı düşüncesiyle İsmail Habip’i sıranın gözünden çıkarıp paramparça eder. Esat Çınar ise birden öfke atına sıçrar:
–Yine çaktın.
Osman edebiyattan kaldığına artık iyisinden inanıyordur. Karneler alınır. Notunun 5 olduğunu görür. O zamanlar tam numara da beştir.
Osman, İzmir Erkek Lisesine İstanbul’daki Deniz Ticaret Okulundan gelmiştir. Daha doğrusu, oradan kovulduğu için buraya düşmüştür. Orda, söylemesi ayıp kaçmazsa, Hayrettin adında bir arkadaşıyla müdürü dövmüştür. Hayrettin herkese step dersi veriyordur ki o yıllar Türkiye’de herkes Fred Astair gibi stepe sarılmıştır. Bu, Hayrettin’in artist yavrularıyla ilişki kurmasına yol açıyordur.  Bir gün yine birkaç evde dersi vardır. Bu kez Osman’ı da alır yanına. Çünkü Osman da iki metreye varan boyuyla çok iyi taktaka etmektedir. Okula geç mi geç dönerler. Müdür de onları üst kattaki bir odaya kapattırır. İki genç böyle mapusluk numaralarına eyvallah çekecek hamurdan değildir. Yatak çarşaflarını birbirine ekledikleri gibi yallah.
Ertesi gün Müdür beyin odasında yedikleri nanenin hesabını veriyorlardır. Müdür onları, kalbini çıkarıp masanın üzerine koyarak pek acı bir biçimde paylar. Ama ne o, birden plang, Hayrettin’in aman vermez yumruğu müdürün suratına inmiş onu sırt üstü yere yuvarlamıştır. Adamcağız zar-zor doğrularak zile uzanır. Odacı koşar. İki genç ertesi gün, üniformalarındaki düğmeler törenle sökülerek okuldan kovulurlar. Ayrıntıları yitirmeyelim. İnönü vapuru da onları İzmir’e getirir. Ne ki Osman, o giysileri daha iki yıl sırtından çıkarmayacaktır. Yalnız sökülen düğmeler yerine yenilerini diktirecektir.
İzmir Erkek Lisesinde bir de Kimya Öğretmeni Halil Bey vardır. Osman kısa zamanda onunla da takışmanın bir yolunu bulur. Halil Beyin öğle tatilinde sınıfa gelip derse hazırlık olmak üzere kara tahtayı kimya denklemleriyle doldurduğu bir gün Osman onun sınıfta olmadığı bir sıra bütün tahtayı siler. Halil Bey derse girince sorar:
–Kim yaptı bunu?
Osman:
–Ben yaptım!
–Neden yaptın?
–Otoriteni kırkmak için. Allah mısın sen? Bütün millete seni gördükçe inme iniyor.
Halil Beyin üstünde bir de müdür yardımcılığı vardır. Fonof’tan sonra o geliyordur. Bir gün Osman’ın yaptıklarından tam bir bezginlik getirerek der ki:
–Ben seni mezun etmem. Edersem eşek gibi anırırım. Tasdiknameni al ve git.
–Almayacağım. Çalışacağım. Sen adamsan bana numara verme.
Osman o günden başlayarak başını kimyadan kaldırmaz. Var mı kimya, yok mu kimya! Artık öyle bir duruma gelmiştir ki arkadaşları kitabı alır, bir sayfasını açar ve şöyle derler:
–128.sayfa 14.satır.
Osman da 128. sayfa 14. satırdan başlayarak çizgileri bile ezberden okumaya başlar. Üç-dört bilinmeyenli kimya sorularını da gözünü kırpmadan çözüyordur. Aralıkta, Halil Beyin iki üç yanlışını da çıkarır. Ama karnede, birinci yoklamada 2, ikincisinde de 1 gelmiştir. O zamanın yöntemine göre sözlüye kalır.
Sözlüler hazirandadır. Kimya sınavı da ilk haftada. Ne ki Halil Beyin duygusallığı vız geliyor, tırıs gidiyordur. Çünkü sınavlarda “mümeyyiz” denilen iki kimya öğretmeni de bulunacaktır. Vay –benim kaba sakalım, sırası geldiğinde Osman yine Halil Beyle baş başa kalır. Neden derseniz, bizimkinin okul numarası 826’dır. Bu da sınıfın en son öğrencisi olduğu anlamındadır. Öbür öğretmenler, vakit darlığından, Halil Beyin de dürüstlüğüne inandıklarından basıp gitmişlerdir.
Halil Bey ilkin fosgen gazını sorar. Osman klorokarbonik asitten girip, karbon oksiklorürden çıkar. İlk soru başarıyla sonuçlanmıştır. Arkadan ikinci, üçüncü demir leblebiler sökün eder. Osman onları da daha havada iken yakalar. Bir soru daha, bir daha. Tüm kitap sorulmuş ve avkalanmıştır. Sınavdan sonra notlar asılacaktır. Osman bekler. Adının yanındaki numara beştir.
Son olarak, Osman’ın şavklı bir serüvenini daha anlatalım ki bizim yazarlığımız da genişlesin. Bu kez sahnede Kürt Şeref de vardır. İki arkadaş Alsancak Kordon’unda soyunup bir don, bir ten kalırlar. Giysilerini, eve bırakmaları için arkadaşlarına verirler. Niyetleri Alsancak’tan Karşıyaka’ya yüzmektir. Yüzerler de. Osmanzade’de Sağır ve Dilsizler Okulunun önünde karaya çıkarlar. Osman kıyıya adımını atar atmaz da karşısında babasını bulur.
Arkadaşları Osman’ın giysilerini eve bırakınca ana ve baba çok korkmuştur. Sadi Koçtürk (baba) çocukları sıkıştırıp işin aslını, faslını öğrenir. Hemen Karşıyaka sahiline koşar ve Osmanzade’de oğlunu, karaya ayak atar atmaz tutup bağrına basar. Yok hayır öyle olmamıştır. Osman’ı ilkin bir İngiliz armasından geçirmiş, sonra da 4 tekme ve 8 silleyle düzülmüş terazide tartmıştır. (Kediler sayfa 157-164)

Eskiden İzmir’de III’ten
“(…) İzmir Erkek Lisesine (Atatürk Lisesi) girdim. İstanbul'a yüksek öğrenime atlayışım da 1937'dedir.
Bizim mahalle (Karşıyaka, Soğukkuyu Mahallesi) iki katlı evler mahallesiydi. Yalnız karşı sırada Mahmut Celalettin Bey'in üç katlı bir evi yükselirdi. Kiracıları da çokluk öğretmenlerdi. Türkçe Öğretmeni Faik İmece ile Lise Tabiiye Öğretmeni Çiftçi Necati de bir ara orada oturmuştu. Necati Bey'in iki ayparçası kızı vardı. Ben küçüğüne daha yakın dururdum. Bir gece düşüme büyük kızı sellemüsselam girince, ertesi gün ona âşık olduğumu sanmıştım. Yanılmıyorsam -ne diye yanılayım- Attila İlhan'ın babası Avukat Bedri Bey de Serbest Fırka günlerinde o evde konak tutmuştu. Hizmet Gazetesi'nin sorumlu müdürüydü. Fethi Bey'in İzmir'e gelmesiyle olaylar kızışınca tutuklanmış, üç gün sonra da bırakılmıştı. (…) Bizim mahalleyle ilgili şiirlerimi (Soğukkuyu Mahallesi, 118 Numaralı Ev, Soğukkuyu Tramvay Caddesi vb.), 1940'tan sonra İstanbul'da yazdım. Ama şiire el atışım orda, 118 numaralı evdedir. İlk şiirim de İzmir Erkek Lisesini bitirenler albümünde yer aldı. O şiirin ilk iki dizesini -öbürküler çok şükür belleğimden silinmiştir- hep yerin dibine geçerek anımsarım. Bunca yıl beynimden söküp atamamışımdır:
Yanıyorum bu gece, yanıyorum bu gece
Yıldızlarla beraber bak sana ne diyorum
1937'de liseyi bitirinceye değin, hep 118 numaralı evde yaşadım. 1938-1939 ders yılında Alsancak Gazi Ortaokulunda tarih öğretmenliği yaparken yine ordaydım.”

Hazırlayan: 335 Aydolun PETENKAYA, 10-E

Kaynaklar:

Kediler, Salah Birsel, sayfa 157-164




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder