BİRSEL, Salah
1919’da
Balıkesir’in Bandırma ilçesinde doğdu. Orta öğrenimini İzmir’de Saint Joseph
Fransız Okulu ve İzmir Erkek Lisesinde (1937) tamamladı. İstanbul Üniversitesi
Hukuk Fakültesine girdi. İki yıl sonra aynı üniversitenin Edebiyat Fakültesi Felsefe
Bölümüne geçti. 1948’de mezun oldu.1943-1949 yılları arasında İstanbul
Nişantaşı Ortaokulunda Fransızca öğretmenliği, 1953-1956 yılları arasında iş
müfettişliği, 1956-1960 yılları arasında Edebiyat Fakültesi Kütüphanesi
müdürlüğü, 1961-1973 arasında Türk Dil Kurumu Yayın Kolu Başkanlığı yaptı.
İlk şiirleri
1397’de “Gündüz” dergisinde yayınlandı. 1940-1950 arasında “İnkılâpçı Gençlik”,
“Sokak”, “İnsan”, “Seçilmiş Hikâyeler” gibi dergiler şiirlerine yer verdi.
“Yenilik”, “İnsan”, “Sokak” ve “Nokta” dergilerinin yayın çalışmalarına
katıldı. Şiirleri öncelikle zekâya, ince alaya dayanan yergi ağırlıklı
şiirlerdir. Garip ve İkinci Yeni akımlarını kendine göre yorumlayarak uzaktan
izledi.
Şiirlerinde
halk şiirine ulaşan bir söyleyiş yöntemine ulaştı. Yalın biçemi (üslubu),
hoşgörülü konu seçimleri ve ince alaylı yaklaşımıyla kendine özgü farklı bir
yerde bulundu. Asıl ününü 1970’lerde peş peşe yayınlanan denemeleriyle kazandı.
Günlük konuşma dilinde pek az bilinen sözcük ve deyimlerden başka, kendi
yarattığı ilginç deyişleri de sıkça kullandığı ve anlatımına egemen kıldığı
alaycı tavrıyla bu denemelerde özgün bir biçem yarattı.
“Salah Bey Tarihi”ni
oluşturan “Kahveler Kitabı”, “Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu”,”Boğaziçi Şıngır Mıngır”,
“Sergüzeşt-i Nono Bey”, “Elmas Boğaziçi” ve “İstanbul-Paris” kitaplarında,
geçmişin İstanbul kahvelerini, Beyoğlu ve Boğaziçi’nin sanat çevrelerini
anlattı.
1990’larda
büyük bir coşkuyla tekrar şiirine döndü. İroni ve alay özelliklerini taşıyan
şiirleriyle modern şiirimizi tema ve dil bakımından demokratlaştırdı,
geliştirdi. 1999’da ölen Salah Birsel’in mezarı Feriköy Mezarlığı’ndadır.
Salah Birsel’in Eserleri:
Şiir:
Dünya İşleri (1947)
Hacivat’ın Karısı (1955)
Ases (1960)
Kikirikname (1961)
Haydar Haydar (1972)
Köçekçeler (1981)
Bütün Şiirleri (1986)
Varduman (1993)
Yalelli (1994)
İnce Donanma (1995)
Rumba da Rumba (1995)
Yaşama Sevinci (1995)
Çarleston (1995)
Baş ve Ayak (1997)
Sevdim Senin Ey İnsan (1997)
Deneme, Eleştiri, Günlük:
Şiirin İlkeleri (1952)
Günlük (1955)
Sev Beni Sev (1957)
Kendimle Konuşmalar (1969)
Şiir ve Cinayet (1975)
Kahveler Kitabı (1975)
A Beyoğlu Vah Beyoğlu (1976)
Kuşları Örtünmek (1976)
Kurutulmuş Felsefe Bahçesi (1979)
Boğaziçi Şıngır Mıngır (1980)
Halley Kimi Kurtarır (1981)
Paf ve Puf (1981)
Hacivat Günlüğü (1982)
Sergüzeşt-i Nono Bey ve Elmas
Boğaziçi (1982)
Amerikalı Tolstoy (1983)
İstanbul-Paris (1983)
Bir Zavallı Sarı At (1985)
Yapıştırma Bıyık (1985)
Şişedeki Zenci (1986)
Asansör (1987)
Kediler (1988)
Aynalar Günlüğü (1988)
Seyirci Sahneye Çıkıyor (1989)
Bay Sessizlik (1990)
Nezleli Karga (1991)
Yaşlılık Günlüğü (1992)
Gandhi ya da Hint Kirazının
Gölgesinde (1993)
Gece Mavisi (1994)
Papağanname (1995)
Yanlış Parmak (1996)
Roman:
Dört Köşeli İnsan (1961)
İnceleme:
Fransız Resminde İzlenimcilik
(1967)
Goethe (1972)
Kikirikname
Sizinkisi de gülmek mi kikirikler
Gülünce şöyle sunturlu gülmeli
Bir iki üç dişleri göstermeli
Yakaları kolalatmalı bir iki üç
Bir iki üç başları doğrultmalı
Boşuna değil bu öğütler inanın
Gülünce sabah akşam gülmeli
Ceketler kavuşturulmalı bir iki üç
Köşelerde değil ortalarda gülmeli
Düğmeleri parlatmalı zamanında
Gülünce şapkalarla gülmeli
Bir iki üç sayıyla bükülmeli
Sırayla değil hep birden gülmeli
İşin bütün inceliği burada a kikirikler
Gülünce dişleri göstermeli
Eskiden İzmir’de
934-937
arasında üç yıl İzmir Erkek Lisesinde (şimdiler Atatürk Lisesi) okudum. Yani
Fonof Çağında.
Fonof,
başmüdür yardımcısı Nuri Beyden başkası değildi. Beden eğitimine de o gelirdi.
Sağa sola van-vun etmez ama okulun Zal’ı idi. Uzun boylu, iri kemikli ve sürahi
yüzlüydü. Dişleri ağzının içinde değil dışındaydı. Bu yüzden, konuşurken
ağzının sol ucu boynuna doğru kaçardı. Yürümesi de tetik tetikti. Vücudu geride
kalır, burunları yana kayık pabuçları öne fırladı. Saçları da zamanın modasına
uyularak alabros kestirilmişti. Giyimine, kuşamına da pek düşkündü. En pahalı
gömlekler, en torlak kravatlar onun üstünde görünürdü. Kunduracıya gittiğinde
daha adımını dükkândan içeri atmadan kavafa şöyle seslendiği söylenirdi:
–Pahalı bir
ayakkabın varsa çıkar.
Fonof, ne
kadar iki dirhem bir çekirdekse, Coğrafyacı Ziya Yamanlar da o kadar kalender,
o kadar horhopurdaktır. Yalnız o da, Fonof gibi pehlivan yapılıdır. Sınıfa
soyunmaya hazır bir halde girer, yerine ancak havada çizdiği birkaç peşrev ve
elenseden sonra oturur. Oturur oturmaz da fareyi köşeye sıkıştırmış bir kedi
gibi gözlerini çocukların üzerinden ayırmaz. Diyeceğim onun dersinde kimsenin
çıtı ve gıkı çıkmazdı. Ama herkes bilirdi ki, karneye kırık gelmeyecektir.
Fonof bir bal
badem çağıdır. Tabiyeci Çiftçi Necati de ölür, öğrencilerinin notunu kırmaz. O,
gerçekte yüz okka çeken bir eğitimcidir. Kimseyi sözlü yoklamaya kaldırmaz. Yazılılarda
da herkesin kitap açmasına izin verir. Bunu yasallaştırmak için de sadece
düşünce sorusu sorar. Ne var, onun için önemli olan öğrencinin boş kâğıt
vermesi değil, bir şeyler öğrenmesi, hiç değilse bir saat boyunca beyin
damarlarından tabiye suyu geçirmesidir.
Hay, boyu da
ne kadar ufacık tefecikti. Sübek kadar yüzünde, sübek kadar bir bıyık (yapıştırma
bıyık) sallanırdı. Konuşurken ha düştü, ha düşecek derdiniz. Bıyığına dikkati
çekmek için de iki tümcede bir, sağ elinin baş ve işaret parmağıyla burnunu
sıvazlardı.
Matematik
öğretmeni Nazmi Beyle öbür matematikçi İzzet Bey de hiçbir öğrencinin ahını
yerde bırakmamıştır. İkisi de tatlı lokumdur. Hele Nazmi Bey kendi avında ve
kuşundadır, sınıfa sağ elinde tebeşirle girerse de iki dakika geçmeden sınıfta
olduğunu anlayamaz. İzzet Bey ise yamızı yıkık, yani eğriboyundur. Nedir, ikisi
de çocuklara matematiğin bütün gizli kapılarını açar.
Felsefe öğretmeni
Kemal Bey ise bir sorgu yargıcıdır. Ders vermez, ders alır. Çokluk da “Ben
kimim?” sorusunu gündeme getirir. Öğrenciler de ağız birliği etmişçesine: “Ben
evvelden gelip ezele giden bir hiçim” karşılığını yapıştırır. Ama kimse onun
bilgisinden kuşku duymaz. Çünkü felsefe öğrenimini Türkiye’de değil Amerika
memleketi gibi büyükten büyük bir ülke üniversitesinde bütünlemiştir.
Yaptığının da dayanağı vardır: Öğrencileri düşünmeye alıştırıyordur.
Tarih
öğretmeni Mithat Bey ise hocaların en kalantorudur. Eskiden Maarif Eminliği (bölge
müdürlüğü) yapmıştır. 19 Mayıs törenine katılan bir vali gibi hep caketatayla
görünür. Bastonunu da elinden hiç bırakmaz. Orta boylu ve şişmantıraktır:
Kafası tost makinesine sıkışmışçasına yamyassıdır. O da Grand mastor’dur, kırık
notu sayılmamıştır. Bunu sağlamak için de sınav kâğıtlarını kendine değil,
kendi gibi Karşıyaka’da oturan kimi öğrencilerine okutur. Onlar da, hakkın
yerini bulması için, ilkin kendilerine birer on kondururlar, sonra da 5, 6, 7,
8 ve 9’ları öbür öğrencilere bölüştürürler.
Edebiyata ise
Zeki Beyle Esat Çınar gelir. Zeki Bey ipince ve gözlüklüdür. Yüksek okulu yeni
bitirmiştir. Daha çok dokuzlara girer. Dokuzlar da sayılmayacak kadar çoktur.
Ne ki, öğrencilere ne vermek gerekirse tümünü eksiltmeden verir.
Esat Çınar ise
tam bir bastonyutmuştur. Kürsüye oturduğunda başı fırdolayı döner. Yüksek
sınıfların tüfek serpintisi de odur. Onun da dersinde soluk alınmaz.
Öğretmenliğine ise diyecek yoktur. Çocukların kafasına birtakım gereksiz
bilgiler tıkacağına iyi şiirle kötü şiiri, iyi yazıyla kötü yazıyı birbirinden
ayırmanın yolarını gösterir. Atatürk’ün milli eğitim bakanlarından Vasıf
Çınar’ın özbeöz kardeşidir. Bu ona, insanlara az-biraz yukarı kulptan bakma
alışkanlığı vermiştir ama kuramsaklığının altında insan yüzü, insan yüreği yine
de belli olur. Gel bak ki, afurtafurluğu
okul kitapları karşısında da teper. Tüm edebiyat kitaplarına burun
kıvırır. Öğrencilerine de kendi notlarını -divan şairleriyle ilgilidir bunlar-
yazdırır. Eyvah ki notu, öbürlerininkinin tersine, kıt mı kıttır. Nedir, Kız
Lisesine de ders verdiği için yüksek numaralar boşta kalmaz, bizlerden kestiği
notları götürür kızlara dağıtır.
Esat Çınar,
edebiyat öğreniminde en iyi yöntemin öğrencileri doğrudan edebiyat ürünleriyle
karşı karşıya getirmek olduğuna inanır. O yıllarda Hüseyin Cahit Yalçın’ın
Fikir Hareketleri dergisinde Anatole France’in Allahlar Susamışlardı romanı
yayınlandığından onu alapşap sınıfta okutmaya başlamıştır. Kaç ders sürdüğünü
anımsamıyorum ama Anatole France’ı Yakup Kadri Karaosmanoğlu (Yaban), onu da
Andre Gide (Dar Kapı) izlemiştir.
Öğrencilerin
yanlışsız ve tutarlı konuşmasına büyük önem verir. Biri bir divan şairini
anlatırken “Çok derin bir şairdir” dedi mi sarakası hemen ordadır:
–Kaç metre
derin?
Bunun gerisinde
biraz da öğrencilerine takılmayı sevmesi yatar. Bunu daha çok sevdiği öğrencilerine
uygular. Bir gün -Lise sondaydık artık- Osman Koç’a -sonradan Osman Nuri
Koçtürk diye ünlenecektir- şöyle sorar:
–Soyadını niye
Koç aldın, bu hayvan adı?
Osman
hazırcevaptır:
–Burası İzmir.
Koçu çınar gölgesinde besiye alırlar. Belki ben de sizin sayenizde (gölgenizde)
belki durumumu (burada öğretmenin soyadına bir işmar vardır) kurtarabilirim.
–Sende iş var.
Öyleyse sana bir soru soralım: “Abdülhak Hamit babasının ölümü üzerine
Tahran’dan İstanbul’a geldiği vakit ne yaptı?”
O yıllar
sınıfta edebiyat kitabı olarak İsmail Habip’in Edebi Yeniliğimiz okunuyordur.
Kitapta Hamit’in İstanbul’a döndüğünde üç şeye el attığı yazılıdır: iş bulmak,
kitaplarını bastırmak, evlenmek.
Osman işlerin
sırasını karıştırmıştır. Karşılığı şu olur:
–Evlenmek,
kitaplarını bastırmak, iş bulmak.
–Olmaz,
çaktırdım, ters söyledin.
–Ters
söylemedim kitap ters yazmış. İnsanın ilkin evlenmesi gerekir. Kadının iyisi
kocasını vezir, kötüsü de rezil eder.
–Sen ermişsin,
fenafillah olmuşsun. Geçirdim seni.
Yılsonudur.
Osman yerine
oturur. Artık edebiyat kitabına gereği kalmadığı düşüncesiyle İsmail Habip’i
sıranın gözünden çıkarıp paramparça eder. Esat Çınar ise birden öfke atına
sıçrar:
–Yine çaktın.
Osman edebiyattan
kaldığına artık iyisinden inanıyordur. Karneler alınır. Notunun 5 olduğunu
görür. O zamanlar tam numara da beştir.
Osman, İzmir
Erkek Lisesine İstanbul’daki Deniz Ticaret Okulundan gelmiştir. Daha doğrusu, oradan
kovulduğu için buraya düşmüştür. Orda, söylemesi ayıp kaçmazsa, Hayrettin
adında bir arkadaşıyla müdürü dövmüştür. Hayrettin herkese step dersi
veriyordur ki o yıllar Türkiye’de herkes Fred Astair gibi stepe sarılmıştır.
Bu, Hayrettin’in artist yavrularıyla ilişki kurmasına yol açıyordur. Bir gün yine birkaç evde dersi vardır. Bu kez Osman’ı
da alır yanına. Çünkü Osman da iki metreye varan boyuyla çok iyi taktaka
etmektedir. Okula geç mi geç dönerler. Müdür de onları üst kattaki bir odaya
kapattırır. İki genç böyle mapusluk numaralarına eyvallah çekecek hamurdan
değildir. Yatak çarşaflarını birbirine ekledikleri gibi yallah.
Ertesi gün
Müdür beyin odasında yedikleri nanenin hesabını veriyorlardır. Müdür onları,
kalbini çıkarıp masanın üzerine koyarak pek acı bir biçimde paylar. Ama ne o, birden
plang, Hayrettin’in aman vermez yumruğu müdürün suratına inmiş onu sırt üstü
yere yuvarlamıştır. Adamcağız zar-zor doğrularak zile uzanır. Odacı koşar. İki
genç ertesi gün, üniformalarındaki düğmeler törenle sökülerek okuldan
kovulurlar. Ayrıntıları yitirmeyelim. İnönü vapuru da onları İzmir’e getirir.
Ne ki Osman, o giysileri daha iki yıl sırtından çıkarmayacaktır. Yalnız sökülen
düğmeler yerine yenilerini diktirecektir.
İzmir Erkek
Lisesinde bir de Kimya Öğretmeni Halil Bey vardır. Osman kısa zamanda onunla da
takışmanın bir yolunu bulur. Halil Beyin öğle tatilinde sınıfa gelip derse
hazırlık olmak üzere kara tahtayı kimya denklemleriyle doldurduğu bir gün Osman
onun sınıfta olmadığı bir sıra bütün tahtayı siler. Halil Bey derse girince
sorar:
–Kim yaptı
bunu?
Osman:
–Ben yaptım!
–Neden yaptın?
–Otoriteni
kırkmak için. Allah mısın sen? Bütün millete seni gördükçe inme iniyor.
Halil Beyin
üstünde bir de müdür yardımcılığı vardır. Fonof’tan sonra o geliyordur. Bir gün
Osman’ın yaptıklarından tam bir bezginlik getirerek der ki:
–Ben seni
mezun etmem. Edersem eşek gibi anırırım. Tasdiknameni al ve git.
–Almayacağım.
Çalışacağım. Sen adamsan bana numara verme.
Osman o günden
başlayarak başını kimyadan kaldırmaz. Var mı kimya, yok mu kimya! Artık öyle
bir duruma gelmiştir ki arkadaşları kitabı alır, bir sayfasını açar ve şöyle
derler:
–128.sayfa
14.satır.
Osman da 128.
sayfa 14. satırdan başlayarak çizgileri bile ezberden okumaya başlar. Üç-dört
bilinmeyenli kimya sorularını da gözünü kırpmadan çözüyordur. Aralıkta, Halil
Beyin iki üç yanlışını da çıkarır. Ama karnede, birinci yoklamada 2,
ikincisinde de 1 gelmiştir. O zamanın yöntemine göre sözlüye kalır.
Sözlüler
hazirandadır. Kimya sınavı da ilk haftada. Ne ki Halil Beyin duygusallığı vız
geliyor, tırıs gidiyordur. Çünkü sınavlarda “mümeyyiz” denilen iki kimya
öğretmeni de bulunacaktır. Vay –benim kaba sakalım, sırası geldiğinde Osman
yine Halil Beyle baş başa kalır. Neden derseniz, bizimkinin okul numarası
826’dır. Bu da sınıfın en son öğrencisi olduğu anlamındadır. Öbür öğretmenler,
vakit darlığından, Halil Beyin de dürüstlüğüne inandıklarından basıp
gitmişlerdir.
Halil Bey
ilkin fosgen gazını sorar. Osman klorokarbonik asitten girip, karbon
oksiklorürden çıkar. İlk soru başarıyla sonuçlanmıştır. Arkadan ikinci, üçüncü
demir leblebiler sökün eder. Osman onları da daha havada iken yakalar. Bir soru
daha, bir daha. Tüm kitap sorulmuş ve avkalanmıştır. Sınavdan sonra notlar
asılacaktır. Osman bekler. Adının yanındaki numara beştir.
Son olarak,
Osman’ın şavklı bir serüvenini daha anlatalım ki bizim yazarlığımız da
genişlesin. Bu kez sahnede Kürt Şeref de vardır. İki arkadaş Alsancak Kordon’unda
soyunup bir don, bir ten kalırlar. Giysilerini, eve bırakmaları için
arkadaşlarına verirler. Niyetleri Alsancak’tan Karşıyaka’ya yüzmektir. Yüzerler
de. Osmanzade’de Sağır ve Dilsizler Okulunun önünde karaya çıkarlar. Osman kıyıya
adımını atar atmaz da karşısında babasını bulur.
Arkadaşları
Osman’ın giysilerini eve bırakınca ana ve baba çok korkmuştur. Sadi Koçtürk (baba)
çocukları sıkıştırıp işin aslını, faslını öğrenir. Hemen Karşıyaka sahiline
koşar ve Osmanzade’de oğlunu, karaya ayak atar atmaz tutup bağrına basar. Yok
hayır öyle olmamıştır. Osman’ı ilkin bir İngiliz armasından geçirmiş, sonra da
4 tekme ve 8 silleyle düzülmüş terazide tartmıştır. (Kediler sayfa 157-164)
Eskiden İzmir’de III’ten
“(…) İzmir Erkek Lisesine (Atatürk Lisesi) girdim.
İstanbul'a yüksek öğrenime atlayışım da 1937'dedir.
Bizim mahalle (Karşıyaka, Soğukkuyu Mahallesi) iki katlı evler mahallesiydi. Yalnız karşı sırada Mahmut Celalettin Bey'in üç katlı bir evi yükselirdi. Kiracıları da çokluk öğretmenlerdi. Türkçe Öğretmeni Faik İmece ile Lise Tabiiye Öğretmeni Çiftçi Necati de bir ara orada oturmuştu. Necati Bey'in iki ayparçası kızı vardı. Ben küçüğüne daha yakın dururdum. Bir gece düşüme büyük kızı sellemüsselam girince, ertesi gün ona âşık olduğumu sanmıştım. Yanılmıyorsam -ne diye yanılayım- Attila İlhan'ın babası Avukat Bedri Bey de Serbest Fırka günlerinde o evde konak tutmuştu. Hizmet Gazetesi'nin sorumlu müdürüydü. Fethi Bey'in İzmir'e gelmesiyle olaylar kızışınca tutuklanmış, üç gün sonra da bırakılmıştı. (…) Bizim mahalleyle ilgili şiirlerimi (Soğukkuyu Mahallesi, 118 Numaralı Ev, Soğukkuyu Tramvay Caddesi vb.), 1940'tan sonra İstanbul'da yazdım. Ama şiire el atışım orda, 118 numaralı evdedir. İlk şiirim de İzmir Erkek Lisesini bitirenler albümünde yer aldı. O şiirin ilk iki dizesini -öbürküler çok şükür belleğimden silinmiştir- hep yerin dibine geçerek anımsarım. Bunca yıl beynimden söküp atamamışımdır:
Yanıyorum bu gece, yanıyorum bu gece
Yıldızlarla beraber bak sana ne diyorum
1937'de liseyi bitirinceye değin, hep 118 numaralı evde yaşadım. 1938-1939 ders yılında Alsancak Gazi Ortaokulunda tarih öğretmenliği yaparken yine ordaydım.”
Bizim mahalle (Karşıyaka, Soğukkuyu Mahallesi) iki katlı evler mahallesiydi. Yalnız karşı sırada Mahmut Celalettin Bey'in üç katlı bir evi yükselirdi. Kiracıları da çokluk öğretmenlerdi. Türkçe Öğretmeni Faik İmece ile Lise Tabiiye Öğretmeni Çiftçi Necati de bir ara orada oturmuştu. Necati Bey'in iki ayparçası kızı vardı. Ben küçüğüne daha yakın dururdum. Bir gece düşüme büyük kızı sellemüsselam girince, ertesi gün ona âşık olduğumu sanmıştım. Yanılmıyorsam -ne diye yanılayım- Attila İlhan'ın babası Avukat Bedri Bey de Serbest Fırka günlerinde o evde konak tutmuştu. Hizmet Gazetesi'nin sorumlu müdürüydü. Fethi Bey'in İzmir'e gelmesiyle olaylar kızışınca tutuklanmış, üç gün sonra da bırakılmıştı. (…) Bizim mahalleyle ilgili şiirlerimi (Soğukkuyu Mahallesi, 118 Numaralı Ev, Soğukkuyu Tramvay Caddesi vb.), 1940'tan sonra İstanbul'da yazdım. Ama şiire el atışım orda, 118 numaralı evdedir. İlk şiirim de İzmir Erkek Lisesini bitirenler albümünde yer aldı. O şiirin ilk iki dizesini -öbürküler çok şükür belleğimden silinmiştir- hep yerin dibine geçerek anımsarım. Bunca yıl beynimden söküp atamamışımdır:
Yanıyorum bu gece, yanıyorum bu gece
Yıldızlarla beraber bak sana ne diyorum
1937'de liseyi bitirinceye değin, hep 118 numaralı evde yaşadım. 1938-1939 ders yılında Alsancak Gazi Ortaokulunda tarih öğretmenliği yaparken yine ordaydım.”
Hazırlayan: 335 Aydolun PETENKAYA, 10-E
Kaynaklar:
Kediler, Salah Birsel, sayfa
157-164
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder