23 Temmuz 2013 Salı

Anılar: Ersay, Erdem

ERSAY, Erdem

Lise Yıllarımdan



1949 yılının yaz sonunda İzmir Atatürk Lisesine yazılmam için babamla birlikte oraya gittik. Babam o zamanki Mithatpaşa Erkek Sanat Enstitüsünde matematik öğretmeni olduğu için onun İzmir Atatürk Lisesinde birçok öğretmen arkadaşı olabileceğini tahmin ediyordum. İzmirde bir lisede, bir öğretmen uzunca bir zaman için hastalık gibi sebeplerle derslere giremezse, diğer liselerden veya enstitülerden öğretmenlerin o derslere girmesi sağlanıyordu. Bu vesile ile babam da birkaç defa İ.A.L.nde derslere girdiğini bana söylemişti. Bu yüzden, ben orada öğrenci iken, babamın okula gelmesini istemediğimi babama ima etmiştim. İAL’nin İngilizce sınıfına 28 numara ile yazıldım. Daha sonraları tarih derslerinde 28 Çelebi Mehmet Efendi’nin de ayni numara ile anıldığını duymak hoşuma girmişti.
(…) İAL, öğrenciliğim zamanında yatılı idi. Öğrencilerin çoğu yatılı olmayanlardı. Okulun yemekhanesinde yatılı olmayan öğrencilere ve öğretmenlere de öğle yemeği yemek olanağı sağlanmıştı. Ben de bu “tabildot” öğrencilerdendim. Yemekhanede herkesin yeri belli idi. Yemekler, altı kişilik ağır ahşap masalarda beyaz örtüler üzerinde yeniyordu. Öğretmenler masası girişin hemen sağ yanındaydı. Masaların ortasına getirilip bırakılan büyücek kaplardaki yemekleri kendimiz dağıtıyorduk. (…) Yemeğe başlamamız için müdür muavini (yardımcısı) ve spor hocamız Faruk Güniçen’in Afiyet olsun ! demesini beklerdik.
Yemek sırasında yemekhanenin hoparlöründen bize hafif müzik dinletiliyordu. Bu güzel fikir herhalde müdürümüz Enver Demir’e aitti. Babalarımızın kuşağının daha çok Fransız kültürü etkisinde kalmasının bir sonucu olsa gerek ki, bize dinletilen plaklar genellikle şansonlardı. Bunların arasında en çok dinlediğimiz İtalyan asıllı Fransız şansoncu Tino Rossi idi. Sözlerini anlamasak bile güzel bir melodiyi, çok güzel bir sesten, güzel bir lisanda dinlemek bize zevk veriyordu. Anjelina, Marinella, j’a attendrai  bugün hâlâ kulaklarımızda ise, bunun tek sebebi güzel olmaları idi. Yıllar sonra Tino Rossi’nin kadın gibi makyajlı bir fotoğrafını gördüm. Adamın bir transvestit imiş meğerse. Müdür bey de bilmiyordu herhalde. Önemli olan zaten bu unutulmaz sesti. (…)Halit Olalı Fizik öğretmenimizdi ve gerçekten çok sevdiğim bir öğretmenimdi. Ders konuları benim için hem çok ilgi çekiciydi hem de Halit Bey bu konuları bize öğretmesini bilen bir öğretmendi. Dolayısıyla onun derslerini hiçbir zaman bir yük olarak hissetmemiştim.
Halit Olalı zeki ve hazırcevap bir adamdı. İşinin gerçek bir uzmanıydı. Bir öğretmen öğreteceği konuların çok haha fazlasını bilmek zorundadır. Ancak o zaman neyi, nasıl öğreteceğini daha iyi bilir, demişti bir gün. İTÜ‘nün önceki ismi olan Mühendis Mektebinden mezundu. O zaman Mühendis Mektebinde mühendislik ilminden çok matematik öğretilirdi, dediğini anımsıyorum. Bir fizik problemini çözebilmemiz için matematikteki “türev” konusunu bilmemiz gerekiyordu. Bu konuyu matematik dersinde henüz öğrenmediğimiz için bize tahtada türevi öğretti.
Halit Bey Manastır’lıydı. Bizlerle konuşurken “be çucuum” ifadesini sıkça kullanmasının  kaynağı orası olmalıydı.

Hava ısınsın diye kar yağar ! demişti bir dersinde. Bu esprili anlatım şeklini Hamburg’da her kar yağışında anımsarım. Gerçi hava ısınsın diye kar yağmadığını, ama kar yağdığı zaman havanın ısındığını ve karın yağması için başka faktörlerin yerine gelmesi gerektiğini hepimiz biliyorduk ama, yukardaki ifade tarzı Halit Bey için çok tipikti. 1994 yılında onu dört arkadaş ziyaret ettiğimizde ona bu ifadesini anımsattım, doğrudur, dedi. Diyelim ki hava eksi 10 derecededir, yağan kar ise sıfır derecededir, yeterli kar yağarsa havaya baskın çıkar, yani onu ısıtır.
Halit Olalı’ya ait öğrencilerinin anlatacağı anekdotlar az değildir. Yazılı sınav günlerini çoğu zaman tahmin edebiliyorduk ama, her zaman tutmuyordu. Ancak paralel sınıf bizden önce yazılı sınav vermişse sınav arkadan bize de uygulanacak demekti. Böyle bir kesinliğin olmadığı bir güne ait paralel sınıftan arkadaşların anlattıkları bir anekdot şöyle idi:
Halit beyin o gün yazılı sınav yapacağını tahmin eden ve fakat kendini henüz sınava hazır hissetmeyen bir grup öğrenci sınıfa girmekte tereddüt etmekte ve yatakhanelere çıkan merdivenin sahanlığının görünmeyen yan tarafında beklemektedirler. Merdiven fizik laboratuvarının hemen yanındadır ve aşağıdan bakılınca orada birileri olduğu görülmez. Ancak Halit bey bunu bilmektedir. Sınıfta alışılmışın üzerinde öğrencinin bulunmadığını görünce sınıftan çıkar, merdivenlere doğru gider ve çocukları çağırır:
- Hadi gelin, gelin aşaa, ders verecem, ders verecem.
Sınavlara ait bir anım da şöyle: Fizik laboratuvarındaki düz amfi şeklindeki sıraların altında, defter ve kitap koyacak bir raf vardı. Benim yerim girişin yanında ikinci sıradaydı. Benden iki sıra daha arkada oturan bir arkadaşımız, anlaşılan sınavdan çok kopya çekmek için bütün hazırlığını yapmış olmalıydı. Emeğinin karşılığını görmek isterken, Halit bey onu görmüştü. Önce raftaki gerekli yerleri açılmış kitabını sonra defterini aldı. Arkadan ceketinin ceplerindeki, kollarının içindeki bütün kopyalık pusulaları temizledi ve sonra sadece:
- Sen çöplükmüşsün be çucuum, dedi.
            O sınav havası içinde bu duruma pek gülememiştik ama o arkadaşa arkadan bu “çöplük” değimini yeterince tekrar etmiştik. 
Böyle durumlarda öğrenciyi cezalandırmayı, örneğin sınıftan atmayı düşünecek basit ve henüz olgunlaşmamış bir pedagog değildi Halit Olalı. Çöplük temizlenmiş, öğrenci bilgisiyle yalnız kalmıştı. Bu yeterliydi ona.
Bana o zamanlar “pek normal” gibi gelen bir öğüdünü pek çok defalar anımsamışımdır. Bir şeyin yerine yenisini koymadan eskisini atmayın, demişti. (...) Sıtkı Selek denince onun düzgün hatlı güzel yüzünü, kalın camlı gözlüğünün arkasından bakan parlak ve zeki gözlerini anımsarım.  Bir tek elbisesi vardı galiba. Hep ütülü giydiği pantalonunun dizleri incelmişti. Hafta içindeki derslerinden ikisi arka arkaya konmuştu. Gerektiği zamanlarda, örneğin anlattığı bir konuya veya çözümüne başlanmış bir probleme ara vermemek için bu iki dersi birleştiriyorduk. Bir defasında sınıfta geçirdiğimiz bu on dakikalık  teneffüste, tabii bize sorarak, bir sigara yakmış ve:
- Çözümler çok defa sigaranın ucundadır, demişti.
Sınavlarını sözlü değil yazılı yapıyordu. Yanılmıyorsam, karne başına bir defa yazılı sınav yapardı. Bu sınavlara sınav demek pek yerinde olmaz. Zira iki derslik sınav zamanımızda problemleri çok defa gene beraber çözerdik. Fen kolundaydık. Hemen hepimizin gayesinin sadece sınıf geçmek değil, öğrenmek ve üniversiteye girmek olduğunu biliyordu.
Ders saatleri dışında, paydostan sonra, iki fen sınıfı için, -tabii isteyenlere- müfredat programı dışında yüksek matematik konularını içeren dersler veriyordu. Bu iki sınıftan isteyenler bir araya geliyorduk. Sınıfın her zaman dolduğunu, konuların tartışılarak öğrenildiğini  çok iyi anımsıyorum. (…) Sıtkı Selek’e ait anlatılacak çok şey var. Ben son olarak, duyduğum ve çok hoşuma giden bir olay ile onun ismini taşıyan kitapta okuduğum diğer bir olayı, onun tipik karakter yapısını göstermek için buraya almak istiyorum.
O yıllarda Bedii Ruhselman isimli bir şarlatan kendini ruhbilimci olarak satıyor ve büyük salonlarda ruhun varlığı, ölümden sonraki yaşam, boyut ve mekân değiştirme gibi konularda konferanslar veriyordu. Bunlardan biri Yüksek Ticaret Okulu salonunda idi ve gidip dinlemiştim. Tahtanın başında bir ilim adamı pozlarıyla şekiller çizerek bir çizginin altındaki ve üstündeki iki ayrı dünyadan söz ediyordu. Sanki bunları gidip görmüş gibiydi. Konferansı «demonstratif» terk edenler oldu. Anlattıklarının hiçbirinin kafama yatmadığını düşünerek, adamı sabırla dinlemiştim.
İşte bu adamın gelip lisemizde de bir konuşma yaptığını sonradan duymuştum. Hasta olduğum ve liseye gelemediğim haftalar  içinde olmalıydı. Adamı davet eden Müdürümüz Enver Demir‘di. Adam her halde lisemizde de ayni şeyleri yinelemişti. Ancak bana anlatılanlara göre Sıtkı Selek de dinleyiciler arasındaydı ve anlatılan safsataları o sağduyulu, pozitif ve mantıki yaradılışı ile ne kabul etmeye ne de sonuna kadar dinlemeye sabrı vardı. Kendini sorumlu gören bir eğitmen olarak ayağa kalkmış ve:
Hiç bir ilmi yanı olmayan bu anlattıklarınızın bu ilim ocağında yeri yoktur. Bu genç insanların dimağlarını da bu safsatalarla doldurmaya hiç hakkınız yoktur...  şeklinde veya bana anlatılanlardan çok daha güzel ifadelerle adama seslenmişti. (…) Necati Cumalı bize bir karnelik dönem için askerlik öğretmeni olarak gelmişti. Lisenin ilk sınıfındaydık. Necati Cumalı‘nın şair olduğunu ve romanları bulunduğunu duymuştum ama doğrusu o zamanlar bunları henüz okumamıştım. Askerliğini yedek subay olarak kendi şehri İzmir‘de yaparken onu bize, mezun olduğu okula öğretmen olarak göndermişlerdi. Annem onun annesi ve kız kardeşleriyle -memleketlileri olarak- iyi dost olduklarını ve Karantina‘da bize yakın oturdukları için görüştüklerini bir defa söylemişti. Yıllar sonra, Necati Cumalı artık hayatta değilken ve ben onun romanlarından Makedonya 1900 ve Viran Dağlar’ı okurken, onu lise yıllarımda neden daha yakından tanıyamadığıma gerçekten çok hayıflanmıştım. (…)






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder